9 Aralık 2013 Pazartesi

Sahi Benim Yaşım Kaç?


Kelimelere anlam yüklemenin dışında yaptığı bir şey vardır bebeklerin: İnsanlara anlam yüklemek.
Bilmediği bir soru karşısında ilk döndüğü, bebeğin en güvendiğidir. Kaç yaşındasın? Sorusuna cevap bulamadığında baktığı ilk kişi, aslında onun o küçük dünyasında hem dostu hem sırdaşı hem de yoldaşıdır.
Yıllar geçtikte biraz kırıla kırıla, bu huyundan vazgeçse de insan bir içgüdü gereği en zor anlarında hep bir başkasına döner.  Yaşın kaç sorusu gider de yerine; çok daha ciddi, çok daha bürokratik ve yanlış cevap verilmesi halinde başına işler açabilecek sorular sorulduğunda da döndüğü yüz yine onu, o ruh halinden kurtaracağına en çok inandığıdır.
Günlük hayatta o kadar çok, ama o kadar çok insana maruz kalıyoruz ki. Bundan 200 sene önce yaşayan bir insanın hayatı boyunca gördüğü kadar insanı biz; şehir merkezlerinde 5 dakikada görüyoruz.
Peki onlarla ilişkilerimiz?
Onların bizimle ilişkileri?
Önemli mi? Onlar bizim için ne kadar ikame edilemez ve biz ne derece ikame edilemez durumdayız?!
Şunu içtenlikle söylemek mümkün ki; sıkıntı anında o bakışı atamayacağımız ve onların sıkıntısında o bakışı ve o bakışın sorumluluğunu karşılamayacağımız her insan hayatımızda birer dekor sadece.
Ve yine biz de birer dekordan ibaretiz.
Eve geldiğimizde ne işe yaradığını bilmediğimiz halde yıllarca orada duran gümüşlük gibi. Sadece bir göz alışkanlığı... Onun yok oluşuna gözümüz alışana kadar canımız sıkılacak, belki de yerine bir TV ünitesi ile her şey hallolacak!
Mesela rehbere şöyle bir göz attığınızda, olası bir trafik kazasında sabahın 4’ünde arayamayacaklarınız sadece birer numaralar dizisinden ibaretler. Ve siz de aynı şekilde kim için öyle değilseniz sadece sıralanmış 11 numaradan ibaretsiniz.
Herkesle çok samimi olmak, herkesle kardeş olmak, herkesle sırdaş olmaktan bahsetmiyorum zaten mümkün de değil böyle bir şey. Bu anlattığım daha çok “kardeş” denilenler ile ilgili samimiyette.
Yaşın kaç diye sorulduğunda ilk döndüklerinde.
 Bebeklerde ki saflık ve onlarda ki samimiyetle…
Asıl can alıcı nokta ise, o bakışı, o güveni boşa çıkarmamak. Yaşını ne bir eksik ne bir fazla söylememek “bebeğe”, yahut bildiği halde umursamazlıktan gelmemek.
Belki de tutunacak son dalı olduğunuz insanlar için, başka seçenekleri vardır diyerek arkanızı dönüp gitmemek.
Çünkü o bakış ve o hissiyat öyle narin öyle narin bir duygudur ki; kırıldığı yerden bir daha kaynamaz…
Bu yüzden “yaşını size soran” çaresiz insanları geri çevirmeyip, “yaşınızı sorduğunuz” insanların bol olması dileği belki de hayatta toplumsal ilişkiler bakımından edilebilecek en büyük dua…
Ne denir ki?
Böylelerine sahipler belki de dünya üzerinde en şanlıları…
Allah kimseyi gecenin bir yarısı arayan dostlardan mahrum bırakmasın…


8 Kasım 2013 Cuma

TARHANA KOKUSU

Ufak bir eleştiri amacıyla kaleme alınmış bu yazının tüm sorumluluğu bana aittir, kişiler, kurumlar, kuruluşlar hiç olmadığı kadar GERÇEKTİR. 
Ben gözlerimde yaşlarla öğrendim bu davayı. Çocukluğumda ilk hatırladığım hikâye babamın şuan sosyal medyada belki de espri olarak en çok kullanılan sözü olan “Selamünaleyküm”ü dediği için 1000 kilometre uzaklıkta vatanın “diğer ucuna” sürgün edilişi idi. Yahut sadece pantolonunun arkası “malum sebepten” ütü tutmadığı için, hakkında çağdışı inançları yaymaktan soruşturma açılışı.  Hangisi ilk gerçekleşti bilmiyorum. Rüzgârın bizden yana hiç esmediği aksine bizden olanları savurup alabora ettiği günlerdi. Çay içerdi büyükler. Akşamları siyaset konuşur, az uyurlardı.
Ne yapmalı? Nasıl yapmalı?
 Elele tutuşarak çember oluştururduk ülkenin dört bir yanında, başörtülü ablalarım sadece rahat bir nefes alsın diye, fişlenirdik, bir yandan şeker, bir yandan da jop yerdik, küçüktüm evet. Biber gazı mı? 6 yaşında ilk tecrübem.
En soğuk Şubat’tı keşke “27” çekseydi dedik. Belki yaşanmazdı o vakit. Sonra, birden babam görevden azledilmiş. Ben daha 7 yaşındayım. Babam eve o gün geldiğinde o günkü aklımla dediğim şey:
“Yani şimdi kötü adamlar mı kazandı?” Ağladık. Ve yine büyükler çay içti. Biz küçükler oyun oynadık. Ama oyunlarda hepimiz dürüst adamlardık.
Hayır kötü adamlar kazanmamıştı. Sadece onlar yanlış yapmıştı. Çünkü böyle bir oyunun kazananı olamazdı. Babaları aynı tarlada çalışanlar, düşman olamazdı. Tamam hakkı helal değildi babamın ama bu onlar “kahrolsun” anlamına da gelmiyordu. Kahrolması gereken tek şey bu vatanda gözü olanlardı.
Sonra, sonra bir şeyler olmaya başladı; “yeni oluşum” diye nitelendirilen ve benim isimlerinin yanında birer amca sıfatı ile tanıdığım ve birlikte çay içilen insanlar, yavaş yavaş ve alttan alttan hakettikleri değeri görmeye başladılar. O da neydi artık geceleri çay içmeye bile fırsat yoktu. Rüzgâr için daha çok çalışmak gerekti. Biz küçükler erkenden yatardık ama onlar uyumazdı, ta ki bir gün dışarılara halı atacak kadar kalabalık olmasını umdukları Sabah namazı vakitlerine kadar.
3 Kasım 2002. Oldu. Muhtar bile olamazdı, oldu. Sonrasındaki gelişmeleri zaten hepimiz biliyoruz. Ben 3 Kasım 2013’e gelmek istiyorum. Yaşanan 11 yılı atlayarak.
Yıllarca kızdık, yıllarca benim yaşantımdan sana ne yahu icraatlarım önemli değil mi dedik. Yeri geldi 1000 kilometre sürgüne gittik. Yeri geldi bağırdık. Slogan attık. Tohum saçtık “Bitmezse toprak utansın!” diyerek “Yarın elbet bizim, elbet bizimdir!” dedik.
Bizim oldu yarın. Ama şunu atladık. Artık biz de büyüdük ve biz de “ çay içiyoruz” ve ben bizim çay içmediğimiz günlerde ki acıları sırf bizim gibi düşünmüyor, sırf bizim gibi yaşamıyor, sırf bizim gibi giyinmiyor diye başkalarının yaşayıp; geceleri uykusuz kalmalarını istemiyorum. Babalarımız saçtıkları tohumlar bitti yeşerdi ve dal budak sardı. Ben bu dal budakları sırf farklı meyveler veriyor diye kesilmesini de istemiyorum.
Çünkü dedim ya, bunun bir kazananı yok. Ötekileştirmenin, “sen bizden zaten değilsin”in hiçbir artısı ve hiçbir sonu yok.
Ama illaki bir zafer görmek gerekli ise, illaki bir galibiyet varsa ortada o da bizde.
Biraz daha sakin olamaz mıyız? Artık çayı daha açık içemez miyiz mesela?
İnsanların ne yaptıklarına müdahil olma noktasında bir hakkının olamadığını devletin yıllar boyunca bağırıp, o mekanizmayı yönetme hakkını kazanınca “ama benim ahlakım daha iyi” demesek daha güzel olmaz mı? 
Evet belki daha güzel, çok daha yaşanılası ahlakımız ve yaşantımız. O zaman anlatıp daha çok kişiyi yanımıza çekmeye çalışıp bize katılmazsa da saygı duymanın yerine bizden değilsen yok ol demenin; babamın zıt görüşlerinden dolayı çektiklerinden ne farkı var?
Ortak bir dil bulunamaz mı? Hiç mi mümkün değil? Bu bizi daha güçlü yapmaz mı?
Çok net bir şekilde söylüyorum. Bu davaya canını seve seve verebilecek olan ve artık geceleri çay içen birisi olarak söylüyorum. Ben aynı acıları başkaları yaşasın istemiyorum.
Düşünce ve yaşam tarzlarından dolayı kimsenin babası eve suratı asık gelsin istemiyorum.
“Hiçbir çocuk şimdi kötüler mi kazandı baba?” diyerek bize “kötü” desin istemiyorum.
Çünkü bu dava bizim. Her ne kadar en yukarıda Recep Tayyip Erdoğan varsa da, bu dava eşit derecede, gönül veren herkesin.
Radikal kararlar ile yapılan güzel şeylerin de arada kaybolup gitmesine gönlüm razı değil.
Türkiye artık elinde Nazım Hikmet kitabıyla AK Parti’ye, Necip Fazıl kitabıyla CHP’ye girebilenleri görebilecek olgunlukta olmalı değil mi?
Biz artık geceleri çayı birlikte içebilecek olgunluktayız, derin düşünceler eşliğinde değil; gülen yüzler ve mutlu insanlar olarak; siyaset değil hele siyasileşmiş sanat değil, her olguyu saf o olarak konuşarak. Sanatsa sanat, sporsa spor, dizi ise dizi, hep beraber.
Ben bundan 15 sene sonra dengenin değişip “ütüsüz pantolon” sebebi ile 1000 kilometre yere sürgün edilmek istemiyorum.
Tıpkı şuan sırf düşüncesinden ötürü kimsenin kendini baskı altında hissetmesini istemediğim gibi.
Kimse yaşam tarzında ötürü, bu toplumdan dışlanamaz.
Anayasaya gönderme yapılarak, ailesi ve aile dostları uzunca yıllar zulüm görmüş birisi olarak; aynı şeylerin bizim gibi olmayanlara yapılmasına sonuna dek karşıyım.
Gönül kazanmak, bir insana derdini anlatmak o kadar zor o kadar zorken ötekileştirmek o kadar kolay ki.
Daha çok gönül kazanma derdindeyim ben. O gönül bizden olmasa da bizim derdimizle dertlenmesini sağlayalım en azından ama bir baskı bir zorlama bir dayatma olmadan, biz de onun derdini dinleyip onun sorunu üzere düşünerek.
Bunun haricinde yapılanları ise son derece gurur kıran; mutsuz babalar ve günün sonunda bize “kötü” diyen mutsuz çocuklar üreten yaklaşımlar olarak görüyorum.

Ve yaşam tarzı tam da benimki ile uyuşanların iktidarda olduğu günlerden son söz olarak şunu söylüyorum. Kim olursa, neye inanırsa inansın; nasıl yaşarsa yaşasın, nasıl davranırsa davransın. Tarhana dediğimde aklına aynı koku gelen bütün insanlar benim kardeşimdir ve kardeşler kardeşlerine asla kötülük yapmaz. Benden ve benim gibi düşünenlerden yana emin olabilirsiniz. "Elimizden, dilimizden, gözümüzden…"

20 Eylül 2013 Cuma

Bir Yıldız Tornavida Lütfen

 Dünya'daki bütün vidalar sağa çevrilerek yerine yerleştirilir ve sola çevrilerek yuvasından çıkarılır. Neden? Daha verimli olduğu için mi? Yahut daha kullanışlı? Tek bir sebebi var. Teamüller bunu gerektiriyor.
 Olağanın dışında yaptığınız her davranış sizin deli olduğunuzun ispatlanması için bir delil daha oluşturuyor. Toplumun genelinin davranmadığı gibi her davrandığınızda, ya psikolojiniz bozulmuş oluyor, ya ruh hastası oluyorsunuz; ya da argo tabir ile “kayışı sıyırmış” diyorlar arkanızdan.
 Çıkıyor birileri bağıra bağıra dünya düzdür diyor, aynı vidalar sadece sağa çevrilir diyenler gibi; yuvarlaktır demenin bedelini ise bir “deli” nabzınızın baya bir düşmesi ile ödüyor. Sonra o çok akıllı takdire şayan insanlar diyor ki: sen sesi bir ortamdan diğer bir ortama aktaramazsın boşa uğraşıyorsun “ALO” kime diyorum!
 Bilgisayarlar evlere giremeyecek kadar gereksiz aletlerdir diyor ve hisselerini satıyor o çok zeki abilerden birisi. Ve bir üst modelini alacağım diye böbreğini satıyor onunla aynı oksijeni soluyan diğer bir hemcinsi.
 200 yıl öncesinin hayali olan ne varsa, masallara konu olan insanların rüyalarını süsleyen… Hepsi 200 yıl sonra gerçek oldu ve oluyor.
 Bitmeyen tek şey var, tükenmeyen, kurumayan küresel ısınmaya rağmen. Büyük büyük ırmaklar musluk suyuna döndü ama insan kanı hala oluk oluk akıyor!
 Mutlak barış! Şartsız! Pazarlıksız! “Ama ben haklıyım”sız! Bir yerlere demokrasi götürmeden!
 İstemiyor muyuz? 200 yıl önce hiç istenmedi mi? Sadece benim mi hayallerimi süsledi; evimde nasıl rahat uyuyorsam Liberya’da da aynı şekilde uyumak yahut Mekke’de veya Washington DC’de…
 İsteyelim. Öyle bir şey mümkün değil diyenlere inat isteyelim. Biz göremeyecek dahi olsak isteyelim. İmzalanan barıştan bir gün önce ölen çocuğun yüzüne ahirette bakabilmek için isteyelim. Büyük büyük silah firmalarına nispet yaparcasına isteyelim. Kalbimizdeki her hücreyle isteyelim. Vidayı her sağa çevirişimizde daha da dışarı çıkacağı günleri hayal ederek isteyelim. Kim bilir belki bize nasip olur ”Evraka!” demek. Kim bilir bağıra bağıra “Alo” deriz belki… Kim bilir? İsteyelim ve bolca dua edelim…
 Ne diyor Hazreti Osman(r.a.): Allah nasip etmeyeceği şeyin, hayalini de kurdurmaz.!
 Şimdi o vidayı çevirmek için bir yıldız tornavida alabilir miyim?!


23 Ağustos 2013 Cuma

Carpe Diem Daha Ne Diem



 Sonun nerede olduğu kavramı gayet açıkken, “sona yaklaşmak” kavramı altında, girdiğimiz sıkıntılar yeterince bunaltıcı. Çünkü bizatihi kavramın kendisi bulanık ve üstünde yaşadığımız bu gezegende bulanık olan her şey can sıkar.
 Zevk aldığımız bir bilgisayar oyununun, bayıla bayıla yediğimiz bir tatlının, ya da arkadaşlarla sohbet ve muhabbet içinde geçen bir çay toplantısının sonuna yaklaşma psikolojisi insanı gerçekten rahatsız ediyor. Açıklanamaz bir sıkıntı ve ağırlık insanın üstüne çöküveriyor.
 Ancak zamanın sonuna geldiğimizi düşünmeye başladığımız noktadan itibaren daha da zorlaşıyor düşünceler ve eylemler. Çünkü hiçbir zaman bizim hesapladığımız gibi dönmüyor hayat filminin makarası. Adam çıkıyor “Yaş otuz beş yolun yarısı eder” diyor ve on bir sene yaşıyor. Yirmi dört bahar daha az görüyor kendi hesabınca. Bu örnekler üzerinden kafamızı kuma gömmekten ziyade çok fazla “fütürist” olmamaktan bahsediyorum.
 Henüz bardağın üçte ikisi bitmişken suya kanmayacağını düşünerek içtiğimiz o kalan sudan zevk almamız ne derece mümkün?
 Örneğin tatilde. Uzun soluklu yaz tatilleri de değil. İki gün olan haftalık tatilin birinci günü akşamında başlayan ve diş ağrısı gibi bütün gün insanı rahatsız eden o his… Pazar gününü Cumartesi’den farklı kılıp bizi pazartesi sendromuna sokan o şey ne? Bilmiyorum fakat her neyse ne pahasına olursa olsun “atalım” onu gitsin.
 Bu durumdan kurtulmak için yapılması gerekenin yarısında olduğunuz bir yemekte “olsun ardından tatlı gelecek”, ya da “haftaya da cumartesi var” demekten çok öte olduğunu anlatmak istiyorum. Yemeğin o kalan yarısının tadını çıkarmak; Pazar gününü doyasıya yaşamak bahsettiğim.
 Vurgulamak istediğim şey anı yaşamak.
 Ya da daha havalı olsun diye Latincesini söylemek gerekirse Carpe Diem. Çünkü, her daim “çok  ileri görüşlü” olmak zorunda değiliz hiçbirimiz.
 “Yarın ölecekmiş gibi ibadet, hiç ölmeyecekmiş gibi gayret” denge ne de güzel kurulmuş keşke uyabilsek.
 Yemeği yerken tatlıya kaçmasa aklımız. Tatlıda çayı düşünmesek... Pazar gününü de en az cumartesi kadar sevebilsek.  
 Pazartesiye inat Pazar günü ile barışabilsek…Her şey çok daha lezzetli ve keyifli olacak.
 Emin olun denemeye değer!

16 Ağustos 2013 Cuma

Ben Senin Cep Telefonunu Ezbere Biliyorum

Her ne varsa benim dediği, en az bir detayını bilmeli insan. Ya da farklı bir bakış açısı ile; hiç kimsenin bilmediği bir özelliğini bildiği, artık o kişinindir.
Mesela,  en hoşlanmadığı kokuyu bildiğin senin düşmanındır. En sevdiği notayı bildiğin senin müzisyen arkadaşındır. İnsanı daha çok ona ait hissettirir; araba kullanırken direksiyonu kaçıncı ayarda tuttuğunu bilmek ya da çayı kaç şekerli içtiğini…
Hapşurduktan sonra çok yaşa dendiğinde “hep beraber” mi diyor dostun yoksa “sen de gör” mü? Ya da ayrı yazılacak “-de” leri hep bitişik mi yazıyor? Eğer o “senin” ise bilmelisin.
 Koşarken mi terlediğini yoksa koşmayı bıraktıktan sonra mı, ya da terliyken” kucaklamayayım, şimdi terliyim” mi der? Onu bilir işte o kişi… “Senin” dostun “senin” düşmanın” senin” arkadaşın ya da “senin” kuzenindir ama” senin” olduğu kesindir.
En az birini bilmeli insan benim dediklerinin, hem de hiç kimsenin bilmediğini. Kahkahalar atıyor da olsa  bir kenarı çekip alakasız bir şekilde “Bir şeyin mi var?” sorusunu sormalı ve daima haklı çıkmalı. Kalabalıklar arasındayken dahi yürüyüşünden bile bir aksilik olduğunu anlamalı…
Yalan söylediğini farkedebilmeli insan “benim” dediklerinin. “Aaa böyle de şaka olmaz ki!” demeli ve ardından tutamayıp kendini gülümsemeli.
 Benim düşmanım dediği için de aynı şey geçerli. Acıyı mı sever ya da ekşiyi mi? Neden  hoşlanır neden hoşlanmaz tahminden öte, bilmeli.!
İstiklal Marşı’nı onca şiir arasından seçtiren neydi? Akif’in “O benimdir o benim!” derken kastettiği noktayı nasıl sahiplendiği olabilir mi? Ve gözden kaçırmayalım, sahiplenmenin de ötesinde “benim” dediği için verdiği emeği…
İçine dünyaların sığdığı o “yarım akıllı” telefonlara gigabytelarca hafızaya inat; cep numarasını ezbere bilmeli insan “benim” dediklerinin. Çok mu gerekli? Bilmem. Ama bence ezberlenmeli. Yüzlerce kişinin demiyorum elbet. Anne babadan başka birkaç numara bilmekten kime ne zarar gelir ki? Ne de olsa o numaralar da “senin” değil mi? Aman kim uğraşacak değil cevabımız, evet eminim. Ama vakit yok ve uğraşmak gerek değil mi?
Uğraşmaya değmez mi? Bir kampanya filan başlatacak değilim. Bana da düşmez. Ama değer  verip “benim dediğimiz üç kişinin cep numarasını ezbere bilmekten de sanırım hiç birimize zarar gelmez. Hem onların yüzüne bakışımız bile değişecek “Hey ben senin cep telefonunu ezbere biliyorum!” güveniyle bakmak çok daha güzel bence. Naçizane bir tavsiye benim ki.

İyelik ekini hiç düşünmeden kullandığınız insanlarla bir ömür boyu “o ek” ile  muhatap olup; “numaralarını ezbere bilerek”  yaşamanızdır  Ağustosun şu sıcak gününde dileğim. Çünkü “hayat” dediğimiz koşuşturmaca  “sizin” olanlarla güzel…”Benim” birbirinden değerli dostlarım.

6 Ağustos 2013 Salı

Bayramınız "Bayram" Olsun


 Çalmayan her telefondan sorumluyuz bu bayram, kuş sesi şeklinde ötmeyen her zilden sorumlu olduğumuz gibi… Öpülmeyen her elden, verilmeyen ve alınmayan her harçlıktan...
“Ziyade olsun, bir önceki evde de yedik.” Dediğimiz ama zor ile yiyeceğimiz tabaklar bekler bizi. Limon kolonyasını döken evin küçüğünün başını okşamaktan sorumlu olduğumuz kadar başını okşamakla mükellefiz yetimin tabi ki.
 Zili çalan davulcuya bahşiş, çocuklara şeker vereceğiz o kesin. Sevdiklerimizle ve birlikte olduklarımızla yine birlikte olacağız. Güleceğiz yine, kahkaha atacağız. Bayram namazından geldikten sonra yine ilk onlarla kahvaltı yapacağız. Bir aydır yediğimizi,içtiğimizi göremeyen güneş ilk onlarla bir şeyler yerken görecek bizi.
 Ama daha çok; kırdığımız gönüllerden mesulüz, incittiğimiz yüreklerden bu bayram…Bir şey söylediklerimizden yahut “hiçbir şey “ söylemediklerimizden … Mesafe yakın olanlarla zaten her günümüz bayram, bu bayramda mesele "uzaklarla" bayram yaşamakta…Gönül kırgınlıklarını onarmakta, yere düşeni kaldırmakta.Asıl mesele:”Özür dilerim gerçekten, iyi bayramlar”da
 Çok mu zor? Çok mu uzakta?
 Hani demiş ya şair: ” Namaz camiden çıkınca, Hac Mekke'den dönünce, Ramazan Oruç bitince başlar.”    Ramazan’ı bir ömre yaymak için bayram çok iyi bir fırsat değil mi? Haklı da olsak alttan alsak ya.
 Kimse özür dilediği, için kaybetmez, merak etme. Bir hayırlı bayramlar da sen dile.Herkese. Herkese mi? Evet, herkese!
 Bütün İslâm Alemi’nin bayramı kutlu olsun. Küsler barışsın, arkadaşlar dost, dostlar kardeş olsun. Çocuklar bol bol harçlık alsın, bayramlıklara çamur sıçramasın,  tabaklarda tatlı kalmasın. Bayramınız “bayram” olsun.
 Ramazan seneye 10 gün önce yine gelecek Allah hepimizi sağ sağlim ona tekrar ulaştırsın.
 Hem de küslerle barışmış, kırdıklarımızı onarmış; hazır telafisi varken onlarla konuşmuş şekilde. Hadi ara sen de..!
 Geçmişte yaşayıp, eski bayramları özleme! Hicri 1434 yılının Ramazan Bayramı mübarek olsun herkese...!

29 Temmuz 2013 Pazartesi

Seviyorum Seni Haberin Olsun

 Sarılmak mı gerekir mutlaka sevdiğin birisine yahut dokunmak? Hiç tanımadan sevemez misin bütün kalbinle? Şart mı “somutlaştırmak”?
 Bir yemeği sevmek için her gün onu yemen gerekmez. O yemeği sevmek, o yemeği yemekten çok daha öte ve kutsal bir kavramdır. Özel soslanmış yavaş yavaş pişmiş bir yemekten bir lokma alırsın ve o birden bire senin en sevdiğin yemek oluverir. Adını bile bilmediğin o şeyi bir daha hiç yemesen de ölene kadar o’dur senin en sevdiğin.
 Ya da ekvatorda oturan birisi karlı havayı sevebilir. Karı her gün gördüğü için değil, ama melankolik bir biçimde ‘göremediği’ için de değil. Sadece sever... Kimse yadırgayamaz onu.” Karlı havayı sevmek için kutuplarda yaşa!” Demez diyemez…
 Bir şehri mesela, neden sever insan? İstanbul’u örneğin? Dokunabildiği, içine çekebildiği ya da hissedebildiği için mi?
“İnsan sevmek” noktasında da aynı şey geçerli değil mi? Başta dediğim gibi sadece sarıldığın insanları mı çok sevebilir kişi? Peki, sadece ismini bildikleri?  Hatta ismini dahi bilmedikleri?
 Bir şiirini okuduğu, bir melodisini dinlediği?
 Buhrizade Mustafa Itri Efendi'yi sevemez mi insan bu çağın çok ötesinden. Hakkında tek bildiği onun besteledikleriyken. Ya da bir yazı yüzünden unutulduğu dahi unutulmuş bir yazarı gönlünün ta derininde hissedemez mi?
 Sevmek için bir insanın her yönünü mü bilmek gerekir? Yoksa her şeyi bilinmeyen kişi, kendini daha çok mu sevdirir?
 Sevgi; biraz mahcubiyet, biraz da “bilgisizlik” değil midir?
 Ben seviyorum. Evet seviyorum. Bir yönü ile bile olsa bana dokunan, yüreğimde o “serinlik” hissini yaratan bütün insanları seviyorum. Yazları sıcak ve kurak geçirdiği için İç Anadolulu kardeşimi, yemek kültürü için Güneydoğulu teyzeyi, denizi sevdiğim için Egeliyi, yeşile doyamadığım için Karadenizli emmiyi.
 Sadece Türkiye değil; Aynı aktörün filmlerinden hoşlandığım için, Amerikalı genci, taraftarı olduğum takım için İspanyalı boğa güreşçisini, anlı secdeye geldiği için Burma'lı mûmini. Yazıyı bulduğu için Sümerli’yi hatta, “Lidyalı’nın icadının” yenilmeyen bir şey olduğunu anladığı için Kızılderili yerliyi…
 Çok iyi anlaştığımdan yahut “her şeyleri” ile değil; tamimiyle zıt olsalar da tek bir özellik bile yakınlaştırıyor onları bana, beni onlara…
 Hiçbir şey değilse eğer O(c.c.) yarattığı için seviyorum…
 Yanlışları yok mu? Olmaz mı? Hepimizin var… Dua ediyorum. ” ’ Bilselerdi’ yapmazlardı...” diyorum. Ben mükemmel olduğum için değil, hâşâ; kendime ne istiyorsam onlara da aynından istiyorum.
  Dünyanın en basit eylemi, en kolay başkaldırışıdır sevmek. Bir neden sonuç örgüsüne ihtiyaç duymaz. Olduğu yerde nefreti de barındırmaz…
Hastalıklara şifa oluverir sevmek birden. Doldurmayalım “kötü” duygularla gönlümüzü, seveceğimiz o kadar çok şey varken…
Kavramsal, kuramsal, şiirsel, teorik olarak filan değil; hele felsefi olarak hiç değil… Saf ve yalın… İçimden geldiği gibi… Orhan Gencebay’ın söylediği durulukta:”Seviyorum seni, haberin olsun!”


*Fotoğraf: Dublörün Dilemması / Murat Menteş 

23 Temmuz 2013 Salı

Haberim Yokmuş Gibi

 Anlık şeyler bizi hep daha fazla cezbeder. Balık tutmayı sevişimiz de belki bundan. Halde en kalitelisi dizili “derya kuzularını” bırakıp bilmem kaç milyon metre küp suyun içinde bir solucanla ufak tefek bir şey yakalayışımızı anlata anlata bitiremeyiz. Denize file atıp olasılığı yükseltmek de yanlış gelir, oltanın başında saatler boyu bir titreşim bekleriz…
 Yıllar sonra yolda karşılaşırsak, sevdiğimiz birisiyle mesela, onunla sözleşip çay içtiğimizden kat be kat mutlu oluruz. Sinemada ön sıramızda oturan karşı komşumuzsa eğer, adını bilmesek dahi selam vermeye ihtiyaç duyarız yüzümüzde istemsiz bir gülümseme ile.
 Bahsettiğim şey, fevkalade bir yemek sonrası garsona sipariş vererek istediğimiz ve “altın tepsi” üstünde gelen çaydan, henüz masa toplanmadan ve istediğimiz sorulmadan gelen, genellikle acımış ve kenarındaki şeker ıslanmış “ikaramımızdır” sıfatı taşıyan çay kadar lezzet alamayışımızın ta kendisi. Var mı mantıklı bir nedeni?
 Biraz rahatlamak istediğimizde, daha küçüğe kaçışımızın,  lüks olandan uzaklaşmamızın sebebi ne ola ki? Tavuk döner ayran mı istediğimiz, yoksa döneri kesen “ustanın” bize laf atıp “senin bölüm neydi kardeş” demesi mi? Çok yıldızlı restoranlarda asla olamayacağı gibi…
 Aynı şiiri aynı anda mırıldanmaya başladığımız, aynı hareketleri çoğu zaman aynı zamanda yaptığımız insanları daha yakın buluruz kendimize.”Yok artık, bu kadar da olmaz”larımız  bizi birbirimize bağlar; tüm aksiliklere inat, hayret içeren gülümsemelerimizle…
 MP3 listene art arda koysan dahi, radyoda çıktığında “o şarkı”, aynı oranda zevk alamıyor musun sen de? “Sıradaki şarkı tüm radyo çalışanlarına gelsin”i anlamsız bulsan da o şarkıyı merak edip frekanstan ayrılamayanlardansın değil mi?
 Yahut onlarca kere izlediğin filmi televizyonda görünce “zap”lamayı kesiyor musun? Dostum, tesadüfîliği filan değil; sen de benim gibi samimiyeti seviyorsun…
 Çünkü simültane gelişen şeylerde samimiyet vardır. Önceden planlanmamış, söylenişi yahut davranış biçimi kurgulanmamış her şey samimidir. Kötü şeyler hissettirse dahi samimidir bir tokat ayna karşısında defalarca denenmiş bir gülümsemeden. 
 Anlık gelişir samimiyet “önceden”lik ile aynı yerde asla bulunamaz.
 Neden zannediyorsun profesyonel makinelerle çekilen kimlik fotoğrafını beğenmezken, 3 megapiksellik kameradaki “haberin yokken” çekilen profil fotoğrafından vazgeçemeyişini.
 Sahi, tuttuğun o balık da daha lezzetliydi değil mi?
 Planlamaya çalışma her şeyi. Vesikalık fotoğrafından vazgeç artık, anlık gelişmeler “profil fotoğrafın” olacak belki?
Hazır ol! Ve sürekli gülümse...
Çünkü hayat o fotoğrafı her daim çekebilir! Ve yaşam her zaman kötü çıktın diye bir şans verecek kadar da merhametli olmayabilir!


20 Temmuz 2013 Cumartesi

Yapılan Tüm Müdahalelere Rağmen…



 Sertçe eski ve ahşap kapıyı çarpan genç kalmak istememişti odada, belki bu hiddetin sebebi sadece havanın bulutlu olması idi. Nemden ve su moleküllerinden süt dişleri çıktığından  beri hazzetmezdi.
 Ama hiç düşünmedi büyük bir gürültü ile kapanan kapının arkasında kalanların neler hissettiğini. Ufak bir mesele için onları kırmaya sahi; değer miydi?
 Neye mi çok sinirlenmişti?Önemli değildi ki dünyada belki binlerce insanın bir ses tınısı duymak için her şeyini verebilecek olduğunu unutarak Osmanlı'dan kalma bir Camii'de müezzinlik yapan babasına "Sesini duymak istemiyorum, yeter!" dedikten sonra...
 Halbuki günde beş vakit ezanda toplam otuz kere, senede ise on bir bine yakın "Allahuekber" dediğini duysa dahi yeterdi. İstemedi...
 Yetmezmiş gibi "Sizi görmek istemiyorum, beni yalnız bırakın!" diyerek bağırdı. Gerçekten kasttetiği bu muydu? Yazsan ansiklopedi olacak görme eyleminden onları görmek noktasında feragat mi etmek istedi?
 Sorduğu soruya defalarca da sorsa üşenmeden cevap verebilecek, onu karşılıksız olarak sevebilecek insanları cidden görmek istemiyor muydu?
 Yoo, söylerken onu demek istemedi belki ama söylediği şey tam olarak oydu!
 Gencin onu söylerken ne hissettiği neyi kasttettiği değildi önemli olan, karşı tarafın ne anladığıydı mesele ve genç "Görmek İstemiyordu!"
 Derken kapanan kapının arkasında bir feryat koptu. Yaşlı adam yere yığılmıştı. Gömleğinin cebindeki gözlük dışarı çıkmış ve kulakları sağır edercesine çalan ambulans sirenlerinin ardından, "yapılan tüm müdahalelere rağmen" kurtarılamamıştı.
 Kalp yetmezliği dediler sebebine. Ellerine verdikleri kâğıtta öyle yazıyordu. Modern tıp henüz kalp kırıklığını kâğıda dökebilmeyi başaramıyordu çünkü.
 Genç; nereye gideceğini,ne yapacağını, kafasını hangi duvara vuracağını bilemez bir şekilde morgun önünde beklerken, yanında o bağırıp çağırırken genci sakinleştirmeye çalışan annesi, bu sefer hiç bir şey söylemeden ifadesiz bir şekilde duruyor, boş bir bakışla gence bakıyordu.
 Morgun bulunduğu hastanenin çatı katı epeyce yüksekti. Atlarsa "sakat kalmayacağı" kesindi.Düşündü...Sonra vazgeçti. Annesine bir de bunu yaşatacak değildi.
 Asabiyeti ve söyledikleri en sevdiğinin hayatına mal olmuştu peki neydi onu sinirlendiren? Çay mı dökmüştü ihtiyar, gencin tablet bilgisayarının üstüne, ya da en son çıkan modelde bir cep telefonu için biraz daha zaman mı demişti? Artık bi önemi yoktu. Dua kapılarını açık olduğu o anda gencin duası kabul görmüştü.
 "Görmeyecekti", "duymayacaktı" da artık, onu ve eşinin ölümünden sonra bir daha hiç konuşmayan annesini…
 Genç bir şey öğrendi o günden sonra. Çok "pahalı" öğrendi ama iyice belledi bunu.Bir fiilin ardından "İstemiyorum!" demeden önce milyonlarca kez düşünmesi gerektiğini en sevdiğinin hayatı ile tecrübe etti…
 Peki biz?
 Söylemek istediklerimizi mi söylüyoruz hep. Hissettiğimiz şeyleri söylememek nezaketten,utançtan, ya da kibarlıktan olabilir.Yemeği beğenmediğimizi söylemek istemeyebiliriz mesela, susuz hissetsek de ses etmeyiz ev sahibine.
  Ama ya hissetmediklerimizi sertçe karşı tarafa aktarıyorsak telafisi nasıl olur?
 “ Nasıl olsa bir iki saat içinde sakinleşir, özür dilerim bir şeyi kalmaz” derken bir iki saatin garantisi aldığımız yer neresi?
“Yapılan tüm müdahalelere rağmen kurtarılamayacak” "İstemiyorum!"larımız ve desibel rekorları kırdığımız ses tonumuzdan önce bir kez daha düşünmenin "hayat kurtarıcı" bir tedbir olacağı görüşündeyim insan ilişkilerimizde.
 Zira neyi “istemediğini” bilmek neyi “istediğini” bilmekten çok daha önemli bence…


Not: Bu hikayedeki kişiler ve olaylar tamamiyle hayal ürünüdür, ve umarım hiç bir vakit gerçekleşmez.

17 Temmuz 2013 Çarşamba

Karabiberi uzatır mısınız?


Muntazam bir sofrada çok kaliteli bir porselen tabağın ortasına özenilerek konulmuş, yanı çeşitli şekillerde süslenmiş tereyağında ağır ağır piştikten sonra güzelce demlenmiş lezzetli olduğu kadar hoş da gözüken bir pirinç pilavı önümüze geldiğinde soracağımız yegâne soru:”Karabiberi uzatır mısınız?” Peki neden? Sahi karabiberi sevdiğimizden mi bu soruyu soruyoruz? Yoksa vaktiyle Hindistan kökenli bu baharatı seven birisi hiç alakasız olmasına rağmen bembeyaz pilavın üzerine bunu serpip afiyetle yediği için mi?
  Amacım sizi şu mübarek Ramazan gününde acıktırmak yahut gurmelik taslamak “Efendim,pilav öyle yenilmez böyle yenilir.” demek değil haşa.Niyetim bu örnek üzerinden bir soru sormak. Sahiplendiğimiz ve bizim olarak nitelediğimiz duygu, ve olaylar karşısında ki reaksiyonlarımız ne kadar bizim olduğumuzu hesaba çekmek gerekmez mi?
 Duygularımıza yön verip bizi mutlu yahut mutsuz yapan şeylerin gerçekten “bizi  mi” mutlu ya da mutsuz eden şeyler olduğunu sorgulamanın üzerimize bir vazife olduğunu düşünüyorum.  Yetiştiğimiz değer-yargı sistemine göre olaylar karşısında tavır aldığımız aşikâr ancak, ya “batı” orijininde gelişen bu sistem yanlışsa. Duygularımızı yönlendiren pusulanın derecesi biraz olsun bozuksa? Yani “ya tuz da kokuyorsa”?
 Güldüğümüz şeylerin ne kadar gülmek istediğimiz şeyler olduğunu hiç düşünmeden onlara kahkahalar atmak yahut sahte acılar içinde yatağın içinde depresyon ilaçları almak... Eylemlerin samimiyetini sorgulamıyorum, insanları riyakâr olarak yargılamak kimsenin haddine değil. Bahsettiğim bu yoğun duyguları bize yaşatan düşünce sisteminin altyapısı.
 İçine doğduğumuz ve her saniyesinde etkisi altında kaldığımız bu sistem ya bize birer köle olduğumuzu ve Firavun olmadığımız için üzülmemiz gerektiğini öğütlüyorsa? Ve biz de hayatımızın her anında neden “firavun” değiliz diye hayıflanıyorsak? Güç elimize geçip Firavun olduğumuzda ise yaptıklarımız ile gurur duyuyorsak?
 Bu kafa karıştırıcı ve düşündürücü sorulardan kurtulmanın tek çözümü kendi kültürümüz ve inancımız altında kendi mutluluk ve hatta kendi mutsuzluk değerlerimiz oluşturmaktan geçiyor. Firavun olamadığımız için değil, bir Firavun olduğu için hayıflandığımız bir sistem…
 Bu sistem pilavı belki yine karabiber ile yiyeceğimiz bir sistem olacak. Ama neden karabiber ile yediğimizin bir cevabını içinde mutlaka barındıracak. Bu da ancak  “ak sütün içindeki ak kılı fark edecek kadar gözü keskin” ve gördüğü bu kılı gözünü kırpmadan çekip alacak kadar cesur bir toplum  ile mümkün.
Taşın altına elimizi ve hatta gövdemizi koymalıyız…
Yoksa uzun yıllar daha sebepsiz yere karabiber yemeye devam edeceğiz gibi…


14 Temmuz 2013 Pazar

Diri Taklidi


Biraz akışa bıraksam kendimi… Fırsatım olsa bazı şeylere “fırsat bulmaya”… Hiçbir dert tasa düşünmeden, hatta düşünmediğimi dahi düşünmeden iki tane köknar ağacı arasına bağlayıp orman manzarasına karşı oturabileceğim ve kitap okumaktan gözüm yoruldukça karşıdaki yemyeşil ormanlara bakabileceğim bir hamağa sahip olsam… En büyük korkum hamaktan düşmek olsa veya. Yahut patatesleri közde fazla bırakıp da hafifce yanmalarına üzülsem çünkü onlardan başka yiyecek bir şeyim olmasa o gece.
 Hafif yanık patateslerime tuzu tuzluktan değil de, avucumun içinden “bir tutam” döksem eşya ve aletten uzak kalsam biraz, “tuzluk”tan uzak kalsam…
 Hep çokluk için uğraşırken, hep koşturmaktan ayakkabılarım tabanlarından eskirken; birazda yokluk olsam ve bağlamadığım, çünkü bağlamak zorunda olmadığım için yere sürten bağcıklarımın ucu eskise önce…
 Isınmak için ateş yakmak zorunda olup odun için de ormana gitmek mecburiyetinde olsam ya birazda…
 Su içmek için çeşmeye gitmek zorunda olsam damacana yerine, meyve sebze için manava değil de bahçeye. Akşam yorulunca da televizyon karşısına değil yolda uyuyup kalmadan yatağa gidebilmeyi dilesem…
 Telefon olmasa,internet olmasa onsuz yaşayamayacağımı düşündüğüm her türlü icattan uzak olsam biraz ve irtibatım sadece “O”(c.c) nun ile olsa. Gökyüzüne bakarak vakit ve saat belirlesem. Öğlen sıcağını klima altında değil de bir çınarın dibinde geçirsem…
 Modern tıp biraz uzak dursa ya benden, “balın içine bir avuç bişey otu koysam kaynatsam soğutsam biraz da terleyince…” hiçbir şeyim kalmasa
 Yaşamak için uğrunda bir ömür çalışacağım “yaşamak istemediğim” hayatın yerine ne istiyorsam onu yaşasam? Olmaz mı? Bir pazarlık yahut melankolik birer hayal değil bu söylediklerim, sadece biraz uzak kalmak şehirden ve şehre dair her şeyden…Mesela en basitinden, her gün ekmek aldığım ama adını dahi bilmediğim bakkaldan uzaklaşsam biraz, beni bunalttığı yahut üzdüğü için değil; geldiğim zaman ona adını sorabilmek için ve onu derdiyle dertlenebilmek için…
 Güneş sıcağının yerine beton sıcağı hissetmek yahut tatlı bir seher rüzgarı eşliğinde uyanmak… Tercihini yap. Kandırma kendini, hadi.
 Sen de aslında istemediğin bir çarkın dişlisi olmaktan bunalmadın mı?
 Sen de ağlayamamaktan dahi dertli değil misin?
 Sen de “Diri taklidi yapmaktan” sıkılmadın mı?

11 Haziran 2013 Salı

1 Milyon Lira'lık Top



 Çocuk olmak istiyorum.!
“Sen zaten daha büyümedin ki” diyenlere inat daha da küçük olmak istiyorum. Akşam eve 15 dakika dahi geç kalamamak istiyorum mesela. Yahut aşağıdan anneme su şişesi atması için bağırmak istiyorum; boyum zile basmaya yetişmediği için.
 Çocuk olmak istiyorum.
 Okula erken geldiğinde kitap okuyup çay içmek de güzel ama ben okula bile bile vaktinden çok önce gidip ders başlayana kadar top oynamak istiyorum. “1 Milyon Liralık” top için para birleştirip kan ter içinde kaldığım arkadaşlarımla “öğretmen zilinden” hemen önce derse girmek istiyorum.
 Çocuk olmak istiyorum.!
 Devamsızlık hakkı nedir bilmediğimiz günlerde okuldan kaçarak değil de; ders aralarında yahut okul çıkışında bir şeyler paylaşmak istiyorum mesela. Öyle siyasi, edebi, yahut ,ilmi şeyler değil bahsettiklerim ha. Mesela yeni aldığım kalemin arkasından silgi çıkışını ballandıra ballandıra anlatmak istiyorum. Sırf içinden çıkan “taso” için yediğimiz cipsler hakkında efsaneler anlatmak istiyorum. “Oğlum bizim bi arkadaşa bi cipsten 3 tane taso çıkmış var yaaa” demek istiyorum, en az yazının dipnotunda taso kelimesine dipnot vermek istemediğim kadar.
 Çocuk olmak istiyorum.!
 En büyük sorunumun eve verilen ödevi yetiştirip yıldızlı beş almak olduğu günleri ve günün sonunda silgimi kaybetmediysem en mutlu benim olduğum zamanları istiyorum.
 Çocuk olmak istiyorum.!
 Çöp kutusunun önünde uzun uzun kalem açışlarımız ve öğretmenimize koşulsuz şartsız itaatimizi hasretle anıyorum örneğin. Teneffüslerde “önümüze gelene bin  tekme” atışlarımıza kızsa da.
 Çocuk olmak istiyorum.!
 Terleyince sırtıma havlu konulsun ve sıkı sıkıya tembih edilsin istiyorum “Sakın soğuk su içme!”. Sabah erken kalktığımda, karnım ağrıyor bahanesini kullanmak için yine de soğuk su imek istiyorum.
 Çocuk olmak istiyorum.!
 En çok da sağ omzumdaki melek yazmaya devam ederken, sol kolumdakinin hiç ama hiç bir şey yazmadığı günler için istiyorum. An be an zarara uğradığım “büyüklük” günlerim aksine…

27 Mayıs 2013 Pazartesi

"Taş ve Katran"



Bizim motivasyonsuzluğumuzdan mıdır bunca insanın zulüm altında kalışı, yoksa elimizden bir şey gelmeyişinden midir? Bu soruyu doğru olarak yanıtlamadan vicdanen rahatlamayacağımız, cevaplayıp bir aksiyon yaratmadıkça da bu içsel sesin azabından kurtulamayacağımız kanaatindeyim.
Yerdeki, gökteki ve hatta İhsan Eliaçık’ın tabiriyle şüphesiz “yastık altında” ki bütün mülk Allah’ın. Emanetçiler olduğumuz konusunda tüm inanç sistemleri ile ortak paydada buluşuyoruz. Ancak malın emanetçiler arasında paylaşımı yüne “emanetçi” olan insan eli ile olduğundan adaletsizlik doğuyor; insanın elini attığı her noktada olduğu gibi.
İlkeli küçümsemek, siyahı aşağılamak, Güney ve Doğu kavramlarını ötekileştirmek… Batı’nın yüzyıllardır yürüttüğü politika’nın ta kendisi. Hiçbir medeniyet ibaresi olmayan yerleşiklerdeki kabile reislerine dahi en “modern” silahları vererek özünde “taş ve katran” olan elmas ve petrolü sömürmekten başka bir hedefleri olmayan “modern” insanların tanımını şair ne güzelde yapmış. “Tek dişi kalmış canavar!” Her canavar gibi bu canavar da hakkı olmayanı zorla alıyor ve her canavar gibi beslendiği yegâne şey kan.
Peki, bu canavar karşısında bizim yaptığımız dönen çarkın bir dişlisi olmak mı, yoksa çarka ufak da olsa bir çomak sokmak mı? Devletler, hükümetler yahut uluslararası kuruluşlar bazında bahsetmiyorum. Ya da şu ürünü almayalım, şu mağazadan alışveriş yapmayalım noktasında da değil bahsettiğim. Onlar olması gerekenler ve bazen irademiz dışında gelişen eylemler. Daha bizim olan bir şeyden bahsediyorum.
Dua ediyor muyuz mesela? Kim için mi?
Çeşmeyi açtığımızda litrelerce su akıp giderken, suya hasret çocuklar için. Sıradan bir ürünmüşçesine kolay erişebildiğimiz ilaçları kullanırken, basit hastalıklardan kırılan insanlar için. Masa başı görevimizde para kazanırken, sadece 1 tabak yemek için kas gücü sömürülen kardeşlerimiz için, kolaylıkla eriştiğimiz kitapları okurken, eğitimden mahrum gençler için. Bu insanların vebali altında ezilmekten korkarken, kendimiz için. Ediyorsak da bu yazıyı okuduktan sonra ve bu gece yatağa girdiğimizde daha çok edelim. Dua edelim ki zalimin bu zulmü artık kırılsın. Dua edelim ki zincirin halkası kopsun ve bu esaret bitsin. Dua edelim ki vicdan yoksunları sahip oldukları “taş ve katranın” altında ezilip, boğulsun. Ve dua edelim ki “Yenilgi yenilgi büyüyen zafer”lerimiz olsun inşallah.

21 Mayıs 2013 Salı

Üçgen Daire Kare Oyunu

Yanlış bir bakış açısı ve hatalı bir zihniyet ile bakıldığında fevkalâde bir ceketin tamamlayıcısı olan düğme deliklerini, ceketi değersiz kılacak birer yırtık, birer kusur olarak algılamak mümkün. Kafamızda kodladığımız belli  "verilere" göre karar verşimizin dehşete düşüren bir örneği aslında bu.
 Üçgeni üçgene, daireyi daireye, ve kareyi de kareye oturtmaya çalışır mantığımız. Çünkü, başımızın ağırlığını boyun kaslarımız taşıyabildiğinden beri meşgul olduğumuz o "malum" oyuncak bize şunu öğretmiştir: Üçgen üçgendir.!".
 Peki her üçgen aynı mıdır? Sorgulamayız. Üçgeni ölçen yığınla geometrik terimi bir kenarı iterek, o üçgeni o delikten sokmaya çalışır, girmeyince de suçu "oyunda" buluruz. Bu oyunu sadece geometrik şekillerde mi oynuyoruz sorusunun cevabını insanı da fraktal geometri dahilinde sayarsınız evet diye yanıtlamak mümkün.
 O kalıplara insanları da uydurmaya çalışarak, en iyi bildiğimiz oyunu oynamaya devam ederiz, çünkü her daim kalıpları tüketmek yeni kalıplar üretmekten daha kolaydır. Her birey için ayrı kalıp üretebiliyor muyuz?
 Yaptığı işe bi kaç adım geri atarak tekrar bakmalı insan, neden mi? : "Ne kadar yakından bakarsan, o kadar az görürsün."