25 Temmuz 2016 Pazartesi

Ehemmiyetsizleştiremeyeceksiniz!


Nereden başlamalı söze? 15 Temmuz 2016 gecesi bizim kuşağımız ne yazık ki hayatının ilk “canlı darbe girişimine” şahit oldu. Hani şu meşhur, her sosyal bilimcinin tezine konu olan; teknolojinin kucağına doğan ve aslında pek de siyasi olay görmeyen kuşak. Öncelikle bu hain girişimde şehit düşen kardeşlerimize rahmet, gazilerimize acil şifalar, meydanlarda olan herkese de minnetlerimizi iletiyoruz.
Burada son günlerde şahit olduğumuz, kutlu direnişin tahlilini yapmak haddime değil. Hali hazırda bütün basın yayın organları halka canlı bir şekilde tüm olanları zaten aktarıyor.
Darbenin hainliği, bunu yapmaya teşebbüs eden paralel yapının devlet ve millet düşmanlığı, şahsıma göre zaten tartışmaya açık olmayan konular olduğundan, malum terörist yapılanma ve kalkışmaya bu yazıda değinmeyeceğim.
Benim geçen 10 gün hakkında söyleyeceklerim ise toplumun belli bir kesiminin yakalanmış olduğu feci hastalık: Ehemmiyetsizleştirme!
-Şu başarıyı kazanmışız. -             Aman canım onu herkes kazanıyor!
-Şirketi şu seviyelere getirmiş.  – Yahu zaten öyle olacağı kesindi.
-Ekonomi iyileşiyor.        -Dünyada da öyle!
-Hastalık varmış, öldürüyormuş herkesi.              – Bize bişey olmaz.
-Adam konuşma sırasında vuruldu.        – Kesin oyunu arttırıyor.
-İdam edildi.      -Dublörüdür o!
-Darbe varmış. –Yok yok, tiyatrodur! Hep bu başkanlık!

E yuh!
Seven filminde geçen bir diyalog der ki:” İnsanların dikkatini çekmek için onların omuzlarına dokunmamız artık yeterli değil. Onlara bir balyozla vurmamız gerekiyor.” Ne yazık ki ülkemiz “aydınları” için bu seviyeyi de çoktan geride bıraktığımızı görüyoruz. Tank namluları ve savaş uçakları dahi onları içerisinde yaşadıkları, her birinin kendi dünyasının ilahı olduğu dünyalarından çıkarıp “dış dünyayı” bir tiyatro olarak okumaktan öteye götüremiyor.
Çünkü bu zatlar, İstanbul’un fethinden sonra Bizans’ın zayıflığını öne çıkaran, Yavuz’un kazanımlarını dönemin siyasi boşluğuna bağlayan, Abdulhamit’in toprak vermeden ülkeyi yönetişini “korkaklık” ile betimleyip, Milli Mücadele için ise Paris’teki sohbetlerinde: “Efendim, Batı’da tam gücüyle saldırmamıştı ki!” demekten çekinmeyenlerin torunları.
Seyit Onbaşı’nın mermisinin boş olduğunu iddia eden, Conk Bayırı’nı tiye alan, bu ülke ne zaman herhangi bir alanda ayağa kalksa; bunu hemen bir tesadüfe bağlayanların çocukları.
Hep bir açıklamaları, hep bir büyük oyunu görme başarıları var.
Zira hainlik bu “gözlemcilerin” tohumunda var!
Yani demek istiyorum ki: Bu küçümseme, bu basitleştirme çabası ne ilktir, ne de son olacak.
Moral bozmak, beise düşmek yok!
Biz hainlere rağmen, ay yıldızlı al bayrağımızı hep gönderde tutmak için, yeri gelecek ona sarılıp meydanlara ineceğiz, yeri gelecek onun gölgesinde nefesleneceğiz ve yeri gelecek şehadet şerbeti içip, bayrağımızla beraber toprağın altına gireceğiz.
Anlamayabilirsiniz, anlamanızı da beklemiyoruz. Bu millet 15 Temmuz gecesi demokrasisine, cumhurbaşkanına, başbakanına, namusuna, şerefine, vatanına, bayrağına, ezanına sahip çıktı. 300’e yakın şehit, yüzlerce yaralı toplumun etnik ve siyasi her kesiminden aynı ses yükseldi; “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir!”
Duymamış olabilir, ya da duymak istemeyebilirsiniz! Ama ehemmiyetsizleştiremeyeceksiniz!
Buna izin vermedik, vermeyeceğiz!
Ne demişti Milli Şairimiz:
Âsım'ın nesli...diyordum ya...Nesilmiş gerçek:
İşte çiğnetmedi namusunu, çiğnetmeyecek!

Şehitlerimizin ruhu için, El-Fatiha…





29 Temmuz 2015 Çarşamba

Ölüler Yutabilir Mi?


Bir soru: Çok sevdiğiniz birisi öldü mü?
Ekseri cevap:  Evet.
Çünkü hayat bize verdiklerini bizde bırakmayacağını içimize aldığımız havayı dışa vermek zorunda bırakarak gösteriyor. Diyeceğim o ki ölüm hak. Ömür değil ama ölüm ayetle sabit!
Kısa bir varsayım:
Öldünüz. Şimdi. Bu yazıyı okurken. Belki de ölmek isteyeceğiniz en son yer bir blogda paylaşılan alelade bir yazıyı okuduğunuz bilgisayar başıdır. Hiç değilse benim öyle. İnsan karşı tarafı hafife alan bir kelime geçince  estağfurullah diyerek “samimiyetini!” bile gösteremiyor.
Velhasıl. Ritüeller malum. Ambulansta ağlayan sızlayanlar eşliğinde, tüm müdahalelere rağmen kurtarılamayan bir ceset. Soğuk bir oda. Yıkandınız. Namazınız kılındı. Çok sevdiğiniz, yerlere göklere sığdıramadığınız insanlar en hızlı olmak kaydıyla üstünüze kürek kürek toprak atıldı, “canım” dedikleriniz yedi kat yabancıdan 15 dakika daha fazla kaldı, evlere dağılındı. Helva, lokum... 1 hafta her sabah geldiler (ki inşallah!). Sonra dünya meşgalesi zaman geçti, herkes kendi telaşesine daldı. Rüyalara daha nadir uğrar oldunuz.
Yine varsayalım ki sene-i devriyeniz yaklaşmış, siz de onlar kadar üzgün, siz de onlar kadar bitmiş haldesiniz bunu da tüm kemiklerinizle(!) hissediyorsunuz.
Ve bir mucize!
Seçildiniz! Yaşarken yaptığınız bir hayır size kefalet oldu, dünyaya tekrar gönderileceksiniz. Hem de aynı yaş, aynı bedenle. Ve hatta ölmeden önceki en şık kıyafetlerinizle.
                Diriltirdiniz. Öğlen vakti. Koşa koşa en sevdiklerinizin yanına gittiniz. Şaşıracaklar, sevinecekler, ve hatta boynunuza atlayacaklar. Öyle hayal ediyorsunuz çünkü onlarsız çok gün doğdu ve battı üstünüze.  Heyecandan tekrar ölmemek için kendinizi güç bela sakinleştirdiniz ve zile bastınız. Bir destan olacak hikayeniz. Haberlere çıkacaksınız. Kapı açıldı. Vee...
                Söyleyeyim mi olacakları? Öyle çocuk kitaplarındaki gibi mutlu bir son beklemiyor sizi. Kapıyı açan bir yabancı. Parkesinden fayansına özenle döşediğiniz ev mirasçılarınız tarafından yarı fiyatına satılmış. Bayıla bayıla aldığınız aksesuarlar aşağıda kömürlükte yırtık leğenin yanında. Telefonlarından arayıp buluyorsunuz “canlarınızı” bir şekilde. Şaşırıyorlar evet yalan yok bir nebze de sevinç. Ama yüzlerinde bir ifade şimdi ne olacak? Sizsiz bir şekilde düzenledikleri hayatlarında şimdi ne olacak? Yapılan planlar, bir eksik yaptırılan rezervasyonlar, satılan, atılan, dağıtılan kişisel eşyalar. İşin acı tarafı size ihanet etmiş de olmuyorlar, çünkü ölüydünüz! Ölüler yutabilir mi, bunu yutabilir misiniz?
                Arkanızdan her namaz sonrası dua eden o insanlar yerinize çoktan başkalarını sevmiş, çoktan en keyifli çayı onlarla içmiş, en komik hikayelerini onlara anlatmış, pek çok anı biriktirmişler. En yakın arkadaşım dediğiniz insanın, şimdi başka bir en yakın arkadaşı var. İkinci en yakın arkadaş olamayı yutabilecek misiniz; sırf oksijen solumak için?
Ya da bir ölü olarak kullanmaya kıyamadığınız gömleğinizin cam bezi olmasını yutabilir misiniz?
               
Bir ipucu: Yutamazsınız!

                Nasıl ki “Kitap’ta” geçiyor: Zalim olarak ölen birisi “Ne olur beni dünyaya geri gönder” diye yalvaracak Rabb’ine, bu haletiruhiye içerisinde diriyseniz de tüm canlılık belirtisi taşıyan hücrelerinizle ölmeyi dileyeceksiniz. Tekrar bu dünyada dirilme fikri; emin olun ki ölü kalma fikrinden çok daha “can yakıcı”.
                

19 Nisan 2015 Pazar

Balkanlar'dan Gelen Kardeşlik Havası: Bosna Hersek

Bu sefer planlı, kalacak yerimiz ve rotamız belli olarak çıktık yola. Balkanlar'ın baş tacı, yüreğimizin bir katresinin de orada attığı, bir nevi Erasmus'a gönderdiğimiz Bosnalı kardeşlerimizi ve ecdad emanetlerini görmek üzere bir heyecanla yolculuk başladı. Istanbul'dan her gün uçuş var ve yaklaşık olarak 1,5 saat sürüyor. Havaalanına indiğiniz andan, şehrin en kalabalık olduğu noktaya kadar ise sizi tahmininizin çok daha ötesinde bir Türk sevgisi ve Müslüman yaşam tarzı bekliyor. Dışarıya attığımız mezarlıkları şehrin merkezine koyup, tarihi dokuya zarar vermemek için gökdelenleri şehrin dışına atan bir yapı, bir belediyecilik anlayışı...?Gökyüzünü değil, yerin altının da olduğu aklınıza getiriliyor ticaret yaparken. Helal olsun..! Para almamak için direten müze görevlileri, hiç değilse bir indirim yapan Boşnak abiler, ablalar... Ekstradan bir dilim ekmek vermeyen Avrupa'nın aksine ikram kültürünün alabildiğine yaygın olması. 
Gariban insanlar. Gözlerinden okunuyor o garibanlık. Sanki bizi bekliyorlar. Yatılı okulda okuyan bir öğrencinin akrabasını görmesi gibi karşılıyorlar bizi. "Nerelerdeydiniz? Siz yokken başımıza neler geldi."der gibi! .15-20 yıl öncesine dair anlatacak çok şeyleri var. Ağlar gözlerle, dudakları titreyerek... Unutmak istememişler Savaş'ı, katliamı. Unutmamak için mermi izlerini bile isteye kapatmamışlar. Zaten kısa vadede mümkün de değil unutmak. Savaşı yaşayan nesil hala sokakta dolaşıyor. Avrupa soykırım demesin burada yaşanılanlara, diyorlar. "Çünkü onların ağızları hala kan kokuyor!" Saraybosna mükemmel bir başkent. Pek çok Osmanlı eserine ev sahipliği yapıyor. Restoranları, kafeleri ise son derece modern ve lezzetli menüler sunuyor. Hediyelik alışveriş imkanına ise sınırsız dersek abartmış olmayız. Tüm şehri ise baştan sona yarım saatte yürümek mümkün. Başkent çok ucuz. Yani en azından Travnik ve Mostar'ı görene kadar. Vezirler kenti Travnik'e otobüsle geçiyoruz Saraybosna'dan. TOKİ ile doldurduğumuz Bursa'dan; gökdelenlere boğduğumuz Istanbul'dan çok daha Osmanlı Travnik! Küçük huzur dolu ve alabildiğine türbe ve cami barındıran bu şehri; bir çok kuşatma atlatmış kalesinden kuşbakışı izlemek harika. Ortalama bir aile 100 euro ile geçiniyormuş bu şehirde. Emin olun bayram ettik:) Yine bir otobüs yolculuğu ile: Mostar. Kartpostallık bir memleket: Sinan'ın öğrencisi bir köprü inşa ediyor ve şehir ismini buradan alıyor. Hayal etmek bile zor değil mi insan eliyle yapılan bir eserin doğaya güzellik katabileceğini? Köprü ve yakın çevresi dışında pek bir hayat yok Mostar'da. Köprünün yakınındaki bir mekanda Boşnak Kahvesi yudumlayıp, manzarayı seyretmek ise pahabiçilemez bir keyif!
Kısa bir Özet gerekirse:
Medeniyetin en olmazsa olmazı bütün Avrupa'da da olduğu gibi su ve suyun iki tarafında binaedilen şehirleşme. Toplu taşıma namına kullandıkları araçlar oldukça eski; ancak bizim gördüğümüz 3 Şehirde de bir araca binmeye ne hacet, bütün şehirleri yarım saatte boydan boya yürünebiliyor. Hava kirliliği sıfıra yakın. Orman köylerine bile doğalgaz hattı döşenmiş. Ezan sesleri bastırıyor çan seslerini, ancak o kardeşliği de bir arada yaşatabilmek büyük beceri. Bosna onu da yapıyor. Bilge Kral'ın gözü arkada değildir ona emin olduk. Sadece Türkçe konuşarak ülkeyi gezebilirsiniz. Esnaf "derdini anlatacak kadar" Türkçe öğrenmiş. Yemekleri doğası kısacası her şeyiyle tam bir bavul alıp gelmelik Bosna. Vize yok, kural kaide yok. 1 tek pasaport ve bavul ile burda size özlem duyan kardeşlerinizi görün. Biz yokken tarifi imkansız acılar çekmişler. Gelin ve gözlerine bakarak. Selamunaleyküm kardeşim, kardeşimsin!! Deyin. Hangi dilde olduğu önemli değil. 5 günde buna pek çok kere şahit olmuş birisi olarak söylüyorum. Göz pınarlarınız emin olun çok dolacak! Gezi boyunca birbirimize çok destek olduk Mahmut kardeşime çok teşekkür ediyorum ona da her şey için. Birlikte bir sonraki durağımız Moskova inşallah. Fotoğraflar için ise herkese açık bir albüm düzenledim Facebook'ta buyrun bu da linkidir:) https://m.facebook.com/?hrc=1&refsrc=http%3A%2F%2Fh.facebook.com%2Fhr%2Fr&_rdr#!/cihad81/albums/10153216639154089/

24 Şubat 2015 Salı

Tecrübe(!), Deneyim(!), Patates(!) Üzere Birkaç Cümle

"İnsanoğlu yaptığı yanlışlar vasıtasıyla tecrübe edinen ve hatalarından ders alan bir varlıktır" koca bir yalan! Ademoğlu edindiği tecrübelerden daha büyük yanlışlar doğuran ve bu yanlışlardan ders aldığını iddia ederken devasa  deneyimler(!) kazanan yeryüzüne şiddet salan en tehlikeli bitki türüdür! Evet bir patatesten farksızdır beşeriyet. Yürüyen ve konuşabilen bir patates. Eğer bir şeyleri hatırlayabilen bir varlık olsaydık bu bizi hayvan yapardı. Zira ins ölen babasını, kazada kaybettiği arkadaşını, bundan biraz sonra, üstüne bastığı toprağın altında olacağını hatırlardı. Patates bile 3 boyutlu bir şekli saklayabilcek bir hafızaya sahipken, amprik bir tanı konulsaydı hafızasına insanlığın; muhtemelen 2 kilobayt çıkardı!

16 Şubat 2015 Pazartesi

Çift Düğümlü Urgan

” Ayakkabılarımı çıkarayım da sedye kirlenmesin”, “Oğlum yüzme bilmez ki, su bastıysa ne yapmıştır”, “Kızımın canı çok yanmıştır, keşke kurşunla öldürselerdi.” Yüreğimin derinlerinde bir yerlere dokunan bu cümleleri söyleyen insanlar ile Özgecan’a önce tecavüz etmeye çalışan sonra öldüren ve babasıyla birlikte “yakan” adi herif aynı memlekette yaşıyordu. Babasıyla? Babam ilkokulda bir Cuma günü kargaşasında çantama arkadaşımın kalemi karıştı diye hafta sonu boyunca benimle konuşmamıştı. “Dikkatli olsana ya evlerindeki tek kalem oysa ve sırf bu yüzden pazartesiye kadar yapması gerekenlerden mahrum kalırsa” diye de kızmıştı. Baba olmak oğlunuzun her  zaman yanında olmak değildir.
 O adi katil bu yürek sızlatan cümlelerden birisini söyleyen ile aynı cinsiyettendi, diğeri ile hemşeri, bir başkasıyla ise aynı takımı tutuyordu. Belki acı çeken bu insanlar ile aynı siyasi partiye oy vermiş, aynı marketten de alışveriş yapmıştı. Aynı sanatçının şarkılarını dinliyordu belki öldürdüğü masumla. Onu farklı kılanın aramızdaki farklılıklar yahut benzerliklerle hiç bir ilgisinin olmadığını anladığımız zaman, işte o gün güneş bir başka doğacak bu ülkeye.
Mesele iyi insan ve kötü insan meselesi ve her zaman da böyle oldu! Özgecan kardeşimi öldürürken yaptıklarını anlattıklarında bir şey oturdu tam göğsümün ortasına. Dolmuşta, otobüste kulaklığından dışarıya ses gelip etrafı rahatsız ediyor mu diye kontrol eden insanlar, karanlık bir sokakta bir bayanın arkasından sırf tedirgin olmasın diye yürümemeye özen gösteren adamlar, kendiyle aynı yaşta dahi olsa ayakta kalmasın diye “ben zaten burada ineceğim sen geç otur.” diyen erkekler varken bu memlekette o adi tam bir nasipsizmiş. Öyle bir nasipsizlik ki, insanlıktan bile bir zerre alamamış payına düşeni. 

 Düşündüm, ne tür bir ceza su serper iyi insanların yüreğine. Nasıl bir ceza sonrası bir dolmuşta kendimi suçlu hissetmeden giderim erkek olarak, annemin yüzüne nasıl bakarım diye. Okudum, yazılan hemen her şeyi bütün istekleri bütün talepleri, dinledim ve kendimi yerine koydum Özgecan’ın annesinin.  Anlayabilir miyim? Belki yakınından dahi geçemem ama şöyle bir fikir oluştu zihnimde. Bahsedilen işkenceli ve her uzvunun kesilip başka yerine dikildiği cezalar dahi içimizde ki ateşi söndürmez, bu bir gerçek.  Ama iyi insan demek, mazlum insan demek yapabilecek gücü varken dahi yapmayan demek bence. Bizi ehlîleştiren ve fark yaratıp iyi insan yapan da bu işte.  Bununla beraber iyi insanların hakkı ne mi? Okurken bile insanlığından şüphe ettiğimiz bu adinin idamını görmek. Gazete manşetlerinden değil ulusal kanallardan canlı yayınlanan, aklı eren herkesin izleyebileceği ve altında “kötü insan cezasını buluyor “yazan bir temayla. İğne ya da elektrikli sandalye ile de değil. Çift düğüm atılmış bir urganla. Toplumsal vicdanı biraz olsun rahatlatacak, gözyaşlarını durdurmasa da silecek olan; adi herifin canını alırken iyi insanları biraz olsun birbirine bağlayabilecek bence o urgan. Hak olan idam devlet eliyle ne zaman gerçekleşir, o zaman acı biraz diner, vicdanımız biraz rahatlar ve annelerimizin yüzüne daha rahat bakabiliriz.

5 Şubat 2015 Perşembe

Saat Geç Oldu

 Mânâsızlıktan, amaçsızlıktan, tekrar tekrar yıkılan hayallerden, can sıkıntısı olarak adlandırdığımız büyük boşluğun içimize oturduğu, kaçacak bir yerin olmadığı denizsiz bir şehirden iyi geceler hepinize.  
 İdealist olmayı bırakalı daha çok uzun zaman olmadı bizim gibiler için. Şımaracak kimsesi olmayınca koca bir adam oluveriyormuş insan. Doğrudur.  Bir anda, gelen bir telefonla, söylenen bir elvedayla, ağrı kesicilerin tesir etmediği bir acıyla büyüyüveriyor ve hissetmeye başlıyor kişi; dünyanın saatte bilmem kaç kilometre hız ile dönüşünü. Duyuyor bütün atılan çığlıkları ve o çığlıklar ile kahkahaların dans etmesiyle oluşan ve “leş kokan” uğultuyu. Lüks bir arabanın makam koltuğunda gideceğini düşündüğü hayat yolunda, güzergâhından pek de emin olamadığı tıka basa dolu bir otobüse kaçak binmiş-aslında bindirilmiş- balık istifi ayakta giderken buluyor kendisini. Tek tesellisi iki ayaklı olması oluyor, dört ayaklı olsa üst üste bindirileceğini düşünerek. Bir yandan ne zaman yakalanıp dışarı atılacağım korkusu varken, bir yandan da küçük de olsa kalkacak bir yolcunun ısıttığı koltuğun görece rahatlık hayali filizleniyor içinde ama gerçek şu ki ayaktakilerden gözlerini kaçıran hiç kimse yumuşak yerlerinden bir an olsun ayrılmıyor.
 Rahatsız edici bir tempoda ilerlerken otobüs;  içeride de aynı derece tuhaf sessizlik var. Duyulan bir sessizlik. -Duyulur mu yahu sessizlik?- Anlatması zor da olsa insan onu bir kere algılayınca o sesten ebediyen kurtulamıyor. Sağır edici bu ses”sizlik” varken yolcular arasında, herkes buğulu camlardan dışarıyı gözleme derdinde. Acı gerçek şu ki dışarıda görülecek bir sokak lambası dahi yok . Kimse karanlığa bakan pencerelerden bir şey göremiyor ve kimse yaşlılara yer vermiyor. Tıpkı kimsenin soğuk kış akşamlarında, ayağına çorap giymediği gibi annesinin tembihlemesine rağmen…  Atlet de giymiyor hiç kimse içine oysaki şehir soğuk, hayat soğuk, insanlar soğuk… Her şey daha güzel olacaktı belki atletle, Atlet giymedik diye geldi başımıza belki de tüm bunlar. Ahh annem keşke dinleseydim sözünü…
İmdat kolunu çekebilsek otobüsün keşke, hem de  sebepsiz yere… Sebepsiz yere ilkyardım çekici ile camlara vursak korkutucu bir gülümseme eşliğinde… Son istasyona gelmeden” kaptan orta kapı!” diye bağırabilsek arkadan, kendinden emin ve cesur bir sesle, cesurca delirebilsek; hala vakit varken..!


Heyhat! Delirmek bile çok görülmüş bize…

28 Ocak 2015 Çarşamba

20 Yaş Büyük Gösteren İnsanlar

Sevdiğim bir yazarın alıntısı ile uzun bir aradan sonra devam edelim o zaman:


"İnsan en az üç kişidir. Kendisi, olmak istediği kişi ve aradaki farkta yaşayan üçüncü. En sahicisi de bu üçüncüdür. Olmak istediğin kişiden kendini çıkardığında, aradaki farkta yaşayan kişidir en çok sana benzeyen. Ne kendin kadar huzursuz ne de olmak istediğin kişi kadar hayalidir o. Yine bu yüzden iki insanın birbirine âşık olması en az altı kişi arasında geçen bir hadisedir. Hangi kişiliğinin hangi kişiliğe, hangi parçanın hangi parçaya özlem duyduğunu çözemediğinde, içmeyi unuttuğun sigara parmaklarını yakana kadar karşı duvara bakarsın.

Ve o zaman anlarsın hayatının uzun zamandır neden başka birinin hikâyesiymiş gibi gözükmeye başladığını. Sokak lambalarının ölgün ışıkları karanlık odalara vurduğunda, duvar saatinin tik taklarından başka ses yokken yanında, sanki bir tek sana açıklanmayan bir sır varmış gibi beklerken anlarsın aslında boşa beklediğini. Tünelde sana yol gösterecek rehberin, karanlıktan başka bir şey olmadığını anlarsın. Anne diye ağlayan çocukların aradığının çoğu zaman şefkatli bir baba olduğunu anlarsın. Çekip gitmek isterken görünmez bir elin seni nasıl durdurduğunu anlarsın.

Kırk yaşında ama altmış gösteren adamlara daha dikkatli bakarsın o zaman. Kahvelerin dışarıyı göstermeyen isli camlarına. Berduşlara ve kör kedilere bakarsın. Gözbebekleri kaymış esrarkeşlere. Suyun üstüne çıkmış ölü balıklara. Havada asılı gibi duran yırtıcı kuşlara daha dikkatli bakarsın.

Çabalarının sonuç vermediğini gören umutsuz insanların bakışlarıyla ancak o zaman buluşur bakışların. Bir yağmur çaktırmadan dindiğinde. Bir gün çenesi ağzının içine kaçmış dişsiz ihtiyarlardan birinin de sen olabileceğini bilirsin artık. Bir gece ansızın, yapayalnız ölmekten korkarken, cesedimi komşular mı bulacak yoksa sayım memurlarımı diye düşünürken hissedersin göğüs kafesinde her gün biraz daha büyüyen, kimsenin kapatamayacağı o boşluğu. Bir kokuya sarılma isteğini. Bir ömür gibi geçmiş zor, uzun günlerden sonra anlarsın ruhunu zehirleyen karmakarışık düşünceleri. Büyük heyecanlardan sonra çöken bitkinlikleri. Kimsenin bulutlara bakmadığı bir şehirde bir lafı döndürüp dolaştırmadan anlatmanın imkansızlığını. Belki de insanın ne anlatacağını bilemediğinde şair olduğunu anlarsın.

Gözyaşların kurumadan gülmeye başlarsın o zaman. Çünkü bilirsin ki seni artık kimse kandıramaz kolay kolay. Mutsuz insanları kandırmak zordur çünkü. Hayata her zaman kuşkulu gözlerle bakan, mutsuz insanları kandırmak, herkes bilir bunu, çok ayıptır çünkü."