Sertçe eski ve ahşap kapıyı çarpan genç
kalmak istememişti odada, belki bu hiddetin sebebi sadece havanın bulutlu
olması idi. Nemden ve su moleküllerinden süt dişleri çıktığından beri hazzetmezdi.
Ama hiç düşünmedi büyük
bir gürültü ile kapanan kapının arkasında kalanların neler hissettiğini. Ufak
bir mesele için onları kırmaya sahi; değer miydi?
Neye mi çok
sinirlenmişti?Önemli değildi ki dünyada belki binlerce insanın bir ses tınısı
duymak için her şeyini verebilecek olduğunu unutarak Osmanlı'dan kalma bir
Camii'de müezzinlik yapan babasına "Sesini duymak istemiyorum,
yeter!" dedikten sonra...
Halbuki günde beş
vakit ezanda toplam otuz kere, senede ise on bir bine yakın
"Allahuekber" dediğini duysa dahi yeterdi. İstemedi...
Yetmezmiş gibi
"Sizi görmek istemiyorum, beni yalnız bırakın!" diyerek bağırdı.
Gerçekten kasttetiği bu muydu? Yazsan ansiklopedi olacak görme eyleminden
onları görmek noktasında feragat mi etmek istedi?
Sorduğu soruya
defalarca da sorsa üşenmeden cevap verebilecek, onu karşılıksız olarak
sevebilecek insanları cidden görmek istemiyor muydu?
Yoo, söylerken onu
demek istemedi belki ama söylediği şey tam olarak oydu!
Gencin onu söylerken
ne hissettiği neyi kasttettiği değildi önemli olan, karşı tarafın ne anladığıydı mesele ve genç "Görmek
İstemiyordu!"
Derken kapanan
kapının arkasında bir feryat koptu.
Yaşlı adam yere yığılmıştı. Gömleğinin
cebindeki gözlük dışarı çıkmış ve kulakları sağır edercesine çalan ambulans
sirenlerinin ardından, "yapılan tüm
müdahalelere rağmen" kurtarılamamıştı.
Kalp yetmezliği dediler sebebine. Ellerine
verdikleri kâğıtta öyle yazıyordu. Modern tıp henüz kalp kırıklığını kâğıda
dökebilmeyi başaramıyordu çünkü.
Genç; nereye gideceğini,ne yapacağını, kafasını
hangi duvara vuracağını bilemez bir
şekilde morgun önünde beklerken, yanında o bağırıp çağırırken genci
sakinleştirmeye çalışan annesi, bu
sefer hiç bir şey söylemeden ifadesiz bir şekilde duruyor, boş bir bakışla
gence bakıyordu.
Morgun bulunduğu
hastanenin çatı katı epeyce yüksekti. Atlarsa "sakat kalmayacağı"
kesindi.Düşündü...Sonra vazgeçti. Annesine bir de bunu yaşatacak değildi.
Asabiyeti ve
söyledikleri en sevdiğinin hayatına mal olmuştu peki neydi onu sinirlendiren?
Çay mı dökmüştü ihtiyar, gencin
tablet bilgisayarının üstüne, ya da en son çıkan modelde bir cep telefonu için
biraz daha zaman mı demişti? Artık bi önemi yoktu. Dua kapılarını açık olduğu o
anda gencin duası kabul görmüştü.
"Görmeyecekti",
"duymayacaktı" da artık,
onu ve eşinin ölümünden sonra bir daha hiç konuşmayan annesini…
Genç bir şey öğrendi
o günden sonra. Çok "pahalı" öğrendi ama iyice belledi bunu.Bir
fiilin ardından "İstemiyorum!" demeden önce milyonlarca kez düşünmesi
gerektiğini en sevdiğinin hayatı ile tecrübe etti…
Peki biz?
Söylemek istediklerimizi mi söylüyoruz hep.
Hissettiğimiz şeyleri söylememek nezaketten,utançtan, ya da kibarlıktan
olabilir.Yemeği beğenmediğimizi söylemek istemeyebiliriz mesela, susuz
hissetsek de ses etmeyiz ev sahibine.
Ama ya
hissetmediklerimizi sertçe karşı tarafa aktarıyorsak telafisi nasıl olur?
“ Nasıl olsa bir iki saat içinde sakinleşir,
özür dilerim bir şeyi kalmaz” derken bir iki saatin garantisi aldığımız yer
neresi?
“Yapılan tüm
müdahalelere rağmen kurtarılamayacak”
"İstemiyorum!"larımız ve desibel rekorları kırdığımız ses tonumuzdan önce bir kez daha düşünmenin "hayat kurtarıcı" bir tedbir
olacağı görüşündeyim insan ilişkilerimizde.
Zira neyi “istemediğini” bilmek neyi
“istediğini” bilmekten çok daha önemli bence…
Not: Bu hikayedeki
kişiler ve olaylar tamamiyle hayal ürünüdür, ve umarım hiç bir vakit gerçekleşmez.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder