Ufak bir eleştiri amacıyla kaleme alınmış bu yazının tüm
sorumluluğu bana aittir, kişiler, kurumlar, kuruluşlar hiç olmadığı kadar GERÇEKTİR.
Ben gözlerimde yaşlarla öğrendim bu davayı. Çocukluğumda ilk
hatırladığım hikâye babamın şuan sosyal medyada belki de espri olarak en çok
kullanılan sözü olan “Selamünaleyküm”ü dediği için 1000 kilometre uzaklıkta
vatanın “diğer ucuna” sürgün edilişi idi. Yahut sadece pantolonunun arkası “malum
sebepten” ütü tutmadığı için, hakkında çağdışı inançları yaymaktan soruşturma
açılışı. Hangisi ilk gerçekleşti
bilmiyorum. Rüzgârın bizden yana hiç esmediği aksine bizden olanları savurup
alabora ettiği günlerdi. Çay içerdi büyükler. Akşamları siyaset konuşur, az
uyurlardı.
Ne yapmalı? Nasıl yapmalı?
Elele tutuşarak
çember oluştururduk ülkenin dört bir yanında, başörtülü ablalarım sadece rahat
bir nefes alsın diye, fişlenirdik, bir yandan şeker, bir yandan da jop yerdik,
küçüktüm evet. Biber gazı mı? 6 yaşında ilk tecrübem.
En soğuk Şubat’tı keşke “27” çekseydi dedik. Belki
yaşanmazdı o vakit. Sonra, birden babam görevden azledilmiş. Ben daha 7
yaşındayım. Babam eve o gün geldiğinde o günkü aklımla dediğim şey:
“Yani şimdi kötü adamlar mı kazandı?” Ağladık. Ve yine
büyükler çay içti. Biz küçükler oyun oynadık. Ama oyunlarda hepimiz dürüst
adamlardık.
Hayır kötü adamlar kazanmamıştı. Sadece onlar yanlış
yapmıştı. Çünkü böyle bir oyunun kazananı olamazdı. Babaları aynı tarlada
çalışanlar, düşman olamazdı. Tamam hakkı helal değildi babamın ama bu onlar “kahrolsun”
anlamına da gelmiyordu. Kahrolması gereken tek şey bu vatanda gözü olanlardı.
Sonra, sonra bir şeyler olmaya başladı; “yeni oluşum” diye
nitelendirilen ve benim isimlerinin yanında birer amca sıfatı ile tanıdığım ve
birlikte çay içilen insanlar, yavaş yavaş ve alttan alttan hakettikleri değeri
görmeye başladılar. O da neydi artık geceleri çay içmeye bile fırsat yoktu. Rüzgâr
için daha çok çalışmak gerekti. Biz küçükler erkenden yatardık ama onlar uyumazdı,
ta ki bir gün dışarılara halı atacak kadar kalabalık olmasını umdukları Sabah
namazı vakitlerine kadar.
3 Kasım 2002. Oldu. Muhtar bile olamazdı, oldu. Sonrasındaki
gelişmeleri zaten hepimiz biliyoruz. Ben 3 Kasım 2013’e gelmek istiyorum.
Yaşanan 11 yılı atlayarak.
Yıllarca kızdık, yıllarca benim yaşantımdan sana ne yahu icraatlarım
önemli değil mi dedik. Yeri geldi 1000 kilometre sürgüne gittik. Yeri geldi
bağırdık. Slogan attık. Tohum saçtık “Bitmezse toprak utansın!” diyerek “Yarın
elbet bizim, elbet bizimdir!” dedik.
Bizim oldu yarın. Ama şunu atladık. Artık biz de büyüdük ve
biz de “ çay içiyoruz” ve ben bizim çay içmediğimiz günlerde ki acıları sırf
bizim gibi düşünmüyor, sırf bizim gibi yaşamıyor, sırf bizim gibi giyinmiyor
diye başkalarının yaşayıp; geceleri uykusuz kalmalarını istemiyorum.
Babalarımız saçtıkları tohumlar bitti yeşerdi ve dal budak sardı. Ben bu dal
budakları sırf farklı meyveler veriyor diye kesilmesini de istemiyorum.
Çünkü dedim ya, bunun bir kazananı yok. Ötekileştirmenin, “sen
bizden zaten değilsin”in hiçbir artısı ve hiçbir sonu yok.
Ama illaki bir zafer görmek gerekli ise, illaki bir
galibiyet varsa ortada o da bizde.
Biraz daha sakin olamaz mıyız? Artık çayı daha açık içemez
miyiz mesela?
İnsanların ne yaptıklarına müdahil olma noktasında bir
hakkının olamadığını devletin yıllar boyunca bağırıp, o mekanizmayı yönetme
hakkını kazanınca “ama benim ahlakım daha iyi” demesek daha güzel olmaz mı?
Evet belki daha güzel, çok daha yaşanılası ahlakımız ve
yaşantımız. O zaman anlatıp daha çok kişiyi yanımıza çekmeye çalışıp bize
katılmazsa da saygı duymanın yerine bizden değilsen yok ol demenin; babamın zıt
görüşlerinden dolayı çektiklerinden ne farkı var?
Ortak bir dil bulunamaz mı? Hiç mi mümkün değil? Bu bizi
daha güçlü yapmaz mı?
Çok net bir şekilde söylüyorum. Bu davaya canını seve seve
verebilecek olan ve artık geceleri çay içen birisi olarak söylüyorum. Ben aynı
acıları başkaları yaşasın istemiyorum.
Düşünce ve yaşam tarzlarından dolayı kimsenin babası eve
suratı asık gelsin istemiyorum.
“Hiçbir çocuk şimdi kötüler mi kazandı baba?” diyerek bize “kötü”
desin istemiyorum.
Çünkü bu dava bizim. Her ne kadar en yukarıda Recep Tayyip
Erdoğan varsa da, bu dava eşit derecede, gönül veren herkesin.
Radikal kararlar ile yapılan güzel şeylerin de arada
kaybolup gitmesine gönlüm razı değil.
Türkiye artık elinde Nazım Hikmet kitabıyla AK Parti’ye,
Necip Fazıl kitabıyla CHP’ye girebilenleri görebilecek olgunlukta olmalı değil
mi?
Biz artık geceleri çayı birlikte içebilecek olgunluktayız,
derin düşünceler eşliğinde değil; gülen yüzler ve mutlu insanlar olarak;
siyaset değil hele siyasileşmiş sanat değil, her olguyu saf o olarak konuşarak.
Sanatsa sanat, sporsa spor, dizi ise dizi, hep beraber.
Ben bundan 15 sene sonra dengenin değişip “ütüsüz pantolon” sebebi
ile 1000 kilometre yere sürgün edilmek istemiyorum.
Tıpkı şuan sırf düşüncesinden ötürü kimsenin kendini baskı
altında hissetmesini istemediğim gibi.
Kimse yaşam tarzında ötürü, bu toplumdan dışlanamaz.
Anayasaya gönderme yapılarak, ailesi ve aile dostları uzunca
yıllar zulüm görmüş birisi olarak; aynı şeylerin bizim gibi olmayanlara
yapılmasına sonuna dek karşıyım.
Gönül kazanmak, bir insana derdini anlatmak o kadar zor o
kadar zorken ötekileştirmek o kadar kolay ki.
Daha çok gönül kazanma derdindeyim ben. O gönül bizden
olmasa da bizim derdimizle dertlenmesini sağlayalım en azından ama bir baskı
bir zorlama bir dayatma olmadan, biz de onun derdini dinleyip onun sorunu üzere
düşünerek.
Bunun haricinde yapılanları ise son derece gurur kıran; mutsuz
babalar ve günün sonunda bize “kötü” diyen mutsuz çocuklar üreten yaklaşımlar
olarak görüyorum.
Ve yaşam tarzı tam da benimki ile uyuşanların iktidarda
olduğu günlerden son söz olarak şunu söylüyorum. Kim olursa, neye inanırsa
inansın; nasıl yaşarsa yaşasın, nasıl davranırsa davransın. Tarhana dediğimde
aklına aynı koku gelen bütün insanlar benim kardeşimdir ve kardeşler
kardeşlerine asla kötülük yapmaz. Benden ve benim gibi düşünenlerden yana emin
olabilirsiniz. "Elimizden, dilimizden, gözümüzden…"