29 Temmuz 2013 Pazartesi

Seviyorum Seni Haberin Olsun

 Sarılmak mı gerekir mutlaka sevdiğin birisine yahut dokunmak? Hiç tanımadan sevemez misin bütün kalbinle? Şart mı “somutlaştırmak”?
 Bir yemeği sevmek için her gün onu yemen gerekmez. O yemeği sevmek, o yemeği yemekten çok daha öte ve kutsal bir kavramdır. Özel soslanmış yavaş yavaş pişmiş bir yemekten bir lokma alırsın ve o birden bire senin en sevdiğin yemek oluverir. Adını bile bilmediğin o şeyi bir daha hiç yemesen de ölene kadar o’dur senin en sevdiğin.
 Ya da ekvatorda oturan birisi karlı havayı sevebilir. Karı her gün gördüğü için değil, ama melankolik bir biçimde ‘göremediği’ için de değil. Sadece sever... Kimse yadırgayamaz onu.” Karlı havayı sevmek için kutuplarda yaşa!” Demez diyemez…
 Bir şehri mesela, neden sever insan? İstanbul’u örneğin? Dokunabildiği, içine çekebildiği ya da hissedebildiği için mi?
“İnsan sevmek” noktasında da aynı şey geçerli değil mi? Başta dediğim gibi sadece sarıldığın insanları mı çok sevebilir kişi? Peki, sadece ismini bildikleri?  Hatta ismini dahi bilmedikleri?
 Bir şiirini okuduğu, bir melodisini dinlediği?
 Buhrizade Mustafa Itri Efendi'yi sevemez mi insan bu çağın çok ötesinden. Hakkında tek bildiği onun besteledikleriyken. Ya da bir yazı yüzünden unutulduğu dahi unutulmuş bir yazarı gönlünün ta derininde hissedemez mi?
 Sevmek için bir insanın her yönünü mü bilmek gerekir? Yoksa her şeyi bilinmeyen kişi, kendini daha çok mu sevdirir?
 Sevgi; biraz mahcubiyet, biraz da “bilgisizlik” değil midir?
 Ben seviyorum. Evet seviyorum. Bir yönü ile bile olsa bana dokunan, yüreğimde o “serinlik” hissini yaratan bütün insanları seviyorum. Yazları sıcak ve kurak geçirdiği için İç Anadolulu kardeşimi, yemek kültürü için Güneydoğulu teyzeyi, denizi sevdiğim için Egeliyi, yeşile doyamadığım için Karadenizli emmiyi.
 Sadece Türkiye değil; Aynı aktörün filmlerinden hoşlandığım için, Amerikalı genci, taraftarı olduğum takım için İspanyalı boğa güreşçisini, anlı secdeye geldiği için Burma'lı mûmini. Yazıyı bulduğu için Sümerli’yi hatta, “Lidyalı’nın icadının” yenilmeyen bir şey olduğunu anladığı için Kızılderili yerliyi…
 Çok iyi anlaştığımdan yahut “her şeyleri” ile değil; tamimiyle zıt olsalar da tek bir özellik bile yakınlaştırıyor onları bana, beni onlara…
 Hiçbir şey değilse eğer O(c.c.) yarattığı için seviyorum…
 Yanlışları yok mu? Olmaz mı? Hepimizin var… Dua ediyorum. ” ’ Bilselerdi’ yapmazlardı...” diyorum. Ben mükemmel olduğum için değil, hâşâ; kendime ne istiyorsam onlara da aynından istiyorum.
  Dünyanın en basit eylemi, en kolay başkaldırışıdır sevmek. Bir neden sonuç örgüsüne ihtiyaç duymaz. Olduğu yerde nefreti de barındırmaz…
Hastalıklara şifa oluverir sevmek birden. Doldurmayalım “kötü” duygularla gönlümüzü, seveceğimiz o kadar çok şey varken…
Kavramsal, kuramsal, şiirsel, teorik olarak filan değil; hele felsefi olarak hiç değil… Saf ve yalın… İçimden geldiği gibi… Orhan Gencebay’ın söylediği durulukta:”Seviyorum seni, haberin olsun!”


*Fotoğraf: Dublörün Dilemması / Murat Menteş 

23 Temmuz 2013 Salı

Haberim Yokmuş Gibi

 Anlık şeyler bizi hep daha fazla cezbeder. Balık tutmayı sevişimiz de belki bundan. Halde en kalitelisi dizili “derya kuzularını” bırakıp bilmem kaç milyon metre küp suyun içinde bir solucanla ufak tefek bir şey yakalayışımızı anlata anlata bitiremeyiz. Denize file atıp olasılığı yükseltmek de yanlış gelir, oltanın başında saatler boyu bir titreşim bekleriz…
 Yıllar sonra yolda karşılaşırsak, sevdiğimiz birisiyle mesela, onunla sözleşip çay içtiğimizden kat be kat mutlu oluruz. Sinemada ön sıramızda oturan karşı komşumuzsa eğer, adını bilmesek dahi selam vermeye ihtiyaç duyarız yüzümüzde istemsiz bir gülümseme ile.
 Bahsettiğim şey, fevkalade bir yemek sonrası garsona sipariş vererek istediğimiz ve “altın tepsi” üstünde gelen çaydan, henüz masa toplanmadan ve istediğimiz sorulmadan gelen, genellikle acımış ve kenarındaki şeker ıslanmış “ikaramımızdır” sıfatı taşıyan çay kadar lezzet alamayışımızın ta kendisi. Var mı mantıklı bir nedeni?
 Biraz rahatlamak istediğimizde, daha küçüğe kaçışımızın,  lüks olandan uzaklaşmamızın sebebi ne ola ki? Tavuk döner ayran mı istediğimiz, yoksa döneri kesen “ustanın” bize laf atıp “senin bölüm neydi kardeş” demesi mi? Çok yıldızlı restoranlarda asla olamayacağı gibi…
 Aynı şiiri aynı anda mırıldanmaya başladığımız, aynı hareketleri çoğu zaman aynı zamanda yaptığımız insanları daha yakın buluruz kendimize.”Yok artık, bu kadar da olmaz”larımız  bizi birbirimize bağlar; tüm aksiliklere inat, hayret içeren gülümsemelerimizle…
 MP3 listene art arda koysan dahi, radyoda çıktığında “o şarkı”, aynı oranda zevk alamıyor musun sen de? “Sıradaki şarkı tüm radyo çalışanlarına gelsin”i anlamsız bulsan da o şarkıyı merak edip frekanstan ayrılamayanlardansın değil mi?
 Yahut onlarca kere izlediğin filmi televizyonda görünce “zap”lamayı kesiyor musun? Dostum, tesadüfîliği filan değil; sen de benim gibi samimiyeti seviyorsun…
 Çünkü simültane gelişen şeylerde samimiyet vardır. Önceden planlanmamış, söylenişi yahut davranış biçimi kurgulanmamış her şey samimidir. Kötü şeyler hissettirse dahi samimidir bir tokat ayna karşısında defalarca denenmiş bir gülümsemeden. 
 Anlık gelişir samimiyet “önceden”lik ile aynı yerde asla bulunamaz.
 Neden zannediyorsun profesyonel makinelerle çekilen kimlik fotoğrafını beğenmezken, 3 megapiksellik kameradaki “haberin yokken” çekilen profil fotoğrafından vazgeçemeyişini.
 Sahi, tuttuğun o balık da daha lezzetliydi değil mi?
 Planlamaya çalışma her şeyi. Vesikalık fotoğrafından vazgeç artık, anlık gelişmeler “profil fotoğrafın” olacak belki?
Hazır ol! Ve sürekli gülümse...
Çünkü hayat o fotoğrafı her daim çekebilir! Ve yaşam her zaman kötü çıktın diye bir şans verecek kadar da merhametli olmayabilir!


20 Temmuz 2013 Cumartesi

Yapılan Tüm Müdahalelere Rağmen…



 Sertçe eski ve ahşap kapıyı çarpan genç kalmak istememişti odada, belki bu hiddetin sebebi sadece havanın bulutlu olması idi. Nemden ve su moleküllerinden süt dişleri çıktığından  beri hazzetmezdi.
 Ama hiç düşünmedi büyük bir gürültü ile kapanan kapının arkasında kalanların neler hissettiğini. Ufak bir mesele için onları kırmaya sahi; değer miydi?
 Neye mi çok sinirlenmişti?Önemli değildi ki dünyada belki binlerce insanın bir ses tınısı duymak için her şeyini verebilecek olduğunu unutarak Osmanlı'dan kalma bir Camii'de müezzinlik yapan babasına "Sesini duymak istemiyorum, yeter!" dedikten sonra...
 Halbuki günde beş vakit ezanda toplam otuz kere, senede ise on bir bine yakın "Allahuekber" dediğini duysa dahi yeterdi. İstemedi...
 Yetmezmiş gibi "Sizi görmek istemiyorum, beni yalnız bırakın!" diyerek bağırdı. Gerçekten kasttetiği bu muydu? Yazsan ansiklopedi olacak görme eyleminden onları görmek noktasında feragat mi etmek istedi?
 Sorduğu soruya defalarca da sorsa üşenmeden cevap verebilecek, onu karşılıksız olarak sevebilecek insanları cidden görmek istemiyor muydu?
 Yoo, söylerken onu demek istemedi belki ama söylediği şey tam olarak oydu!
 Gencin onu söylerken ne hissettiği neyi kasttettiği değildi önemli olan, karşı tarafın ne anladığıydı mesele ve genç "Görmek İstemiyordu!"
 Derken kapanan kapının arkasında bir feryat koptu. Yaşlı adam yere yığılmıştı. Gömleğinin cebindeki gözlük dışarı çıkmış ve kulakları sağır edercesine çalan ambulans sirenlerinin ardından, "yapılan tüm müdahalelere rağmen" kurtarılamamıştı.
 Kalp yetmezliği dediler sebebine. Ellerine verdikleri kâğıtta öyle yazıyordu. Modern tıp henüz kalp kırıklığını kâğıda dökebilmeyi başaramıyordu çünkü.
 Genç; nereye gideceğini,ne yapacağını, kafasını hangi duvara vuracağını bilemez bir şekilde morgun önünde beklerken, yanında o bağırıp çağırırken genci sakinleştirmeye çalışan annesi, bu sefer hiç bir şey söylemeden ifadesiz bir şekilde duruyor, boş bir bakışla gence bakıyordu.
 Morgun bulunduğu hastanenin çatı katı epeyce yüksekti. Atlarsa "sakat kalmayacağı" kesindi.Düşündü...Sonra vazgeçti. Annesine bir de bunu yaşatacak değildi.
 Asabiyeti ve söyledikleri en sevdiğinin hayatına mal olmuştu peki neydi onu sinirlendiren? Çay mı dökmüştü ihtiyar, gencin tablet bilgisayarının üstüne, ya da en son çıkan modelde bir cep telefonu için biraz daha zaman mı demişti? Artık bi önemi yoktu. Dua kapılarını açık olduğu o anda gencin duası kabul görmüştü.
 "Görmeyecekti", "duymayacaktı" da artık, onu ve eşinin ölümünden sonra bir daha hiç konuşmayan annesini…
 Genç bir şey öğrendi o günden sonra. Çok "pahalı" öğrendi ama iyice belledi bunu.Bir fiilin ardından "İstemiyorum!" demeden önce milyonlarca kez düşünmesi gerektiğini en sevdiğinin hayatı ile tecrübe etti…
 Peki biz?
 Söylemek istediklerimizi mi söylüyoruz hep. Hissettiğimiz şeyleri söylememek nezaketten,utançtan, ya da kibarlıktan olabilir.Yemeği beğenmediğimizi söylemek istemeyebiliriz mesela, susuz hissetsek de ses etmeyiz ev sahibine.
  Ama ya hissetmediklerimizi sertçe karşı tarafa aktarıyorsak telafisi nasıl olur?
 “ Nasıl olsa bir iki saat içinde sakinleşir, özür dilerim bir şeyi kalmaz” derken bir iki saatin garantisi aldığımız yer neresi?
“Yapılan tüm müdahalelere rağmen kurtarılamayacak” "İstemiyorum!"larımız ve desibel rekorları kırdığımız ses tonumuzdan önce bir kez daha düşünmenin "hayat kurtarıcı" bir tedbir olacağı görüşündeyim insan ilişkilerimizde.
 Zira neyi “istemediğini” bilmek neyi “istediğini” bilmekten çok daha önemli bence…


Not: Bu hikayedeki kişiler ve olaylar tamamiyle hayal ürünüdür, ve umarım hiç bir vakit gerçekleşmez.

17 Temmuz 2013 Çarşamba

Karabiberi uzatır mısınız?


Muntazam bir sofrada çok kaliteli bir porselen tabağın ortasına özenilerek konulmuş, yanı çeşitli şekillerde süslenmiş tereyağında ağır ağır piştikten sonra güzelce demlenmiş lezzetli olduğu kadar hoş da gözüken bir pirinç pilavı önümüze geldiğinde soracağımız yegâne soru:”Karabiberi uzatır mısınız?” Peki neden? Sahi karabiberi sevdiğimizden mi bu soruyu soruyoruz? Yoksa vaktiyle Hindistan kökenli bu baharatı seven birisi hiç alakasız olmasına rağmen bembeyaz pilavın üzerine bunu serpip afiyetle yediği için mi?
  Amacım sizi şu mübarek Ramazan gününde acıktırmak yahut gurmelik taslamak “Efendim,pilav öyle yenilmez böyle yenilir.” demek değil haşa.Niyetim bu örnek üzerinden bir soru sormak. Sahiplendiğimiz ve bizim olarak nitelediğimiz duygu, ve olaylar karşısında ki reaksiyonlarımız ne kadar bizim olduğumuzu hesaba çekmek gerekmez mi?
 Duygularımıza yön verip bizi mutlu yahut mutsuz yapan şeylerin gerçekten “bizi  mi” mutlu ya da mutsuz eden şeyler olduğunu sorgulamanın üzerimize bir vazife olduğunu düşünüyorum.  Yetiştiğimiz değer-yargı sistemine göre olaylar karşısında tavır aldığımız aşikâr ancak, ya “batı” orijininde gelişen bu sistem yanlışsa. Duygularımızı yönlendiren pusulanın derecesi biraz olsun bozuksa? Yani “ya tuz da kokuyorsa”?
 Güldüğümüz şeylerin ne kadar gülmek istediğimiz şeyler olduğunu hiç düşünmeden onlara kahkahalar atmak yahut sahte acılar içinde yatağın içinde depresyon ilaçları almak... Eylemlerin samimiyetini sorgulamıyorum, insanları riyakâr olarak yargılamak kimsenin haddine değil. Bahsettiğim bu yoğun duyguları bize yaşatan düşünce sisteminin altyapısı.
 İçine doğduğumuz ve her saniyesinde etkisi altında kaldığımız bu sistem ya bize birer köle olduğumuzu ve Firavun olmadığımız için üzülmemiz gerektiğini öğütlüyorsa? Ve biz de hayatımızın her anında neden “firavun” değiliz diye hayıflanıyorsak? Güç elimize geçip Firavun olduğumuzda ise yaptıklarımız ile gurur duyuyorsak?
 Bu kafa karıştırıcı ve düşündürücü sorulardan kurtulmanın tek çözümü kendi kültürümüz ve inancımız altında kendi mutluluk ve hatta kendi mutsuzluk değerlerimiz oluşturmaktan geçiyor. Firavun olamadığımız için değil, bir Firavun olduğu için hayıflandığımız bir sistem…
 Bu sistem pilavı belki yine karabiber ile yiyeceğimiz bir sistem olacak. Ama neden karabiber ile yediğimizin bir cevabını içinde mutlaka barındıracak. Bu da ancak  “ak sütün içindeki ak kılı fark edecek kadar gözü keskin” ve gördüğü bu kılı gözünü kırpmadan çekip alacak kadar cesur bir toplum  ile mümkün.
Taşın altına elimizi ve hatta gövdemizi koymalıyız…
Yoksa uzun yıllar daha sebepsiz yere karabiber yemeye devam edeceğiz gibi…


14 Temmuz 2013 Pazar

Diri Taklidi


Biraz akışa bıraksam kendimi… Fırsatım olsa bazı şeylere “fırsat bulmaya”… Hiçbir dert tasa düşünmeden, hatta düşünmediğimi dahi düşünmeden iki tane köknar ağacı arasına bağlayıp orman manzarasına karşı oturabileceğim ve kitap okumaktan gözüm yoruldukça karşıdaki yemyeşil ormanlara bakabileceğim bir hamağa sahip olsam… En büyük korkum hamaktan düşmek olsa veya. Yahut patatesleri közde fazla bırakıp da hafifce yanmalarına üzülsem çünkü onlardan başka yiyecek bir şeyim olmasa o gece.
 Hafif yanık patateslerime tuzu tuzluktan değil de, avucumun içinden “bir tutam” döksem eşya ve aletten uzak kalsam biraz, “tuzluk”tan uzak kalsam…
 Hep çokluk için uğraşırken, hep koşturmaktan ayakkabılarım tabanlarından eskirken; birazda yokluk olsam ve bağlamadığım, çünkü bağlamak zorunda olmadığım için yere sürten bağcıklarımın ucu eskise önce…
 Isınmak için ateş yakmak zorunda olup odun için de ormana gitmek mecburiyetinde olsam ya birazda…
 Su içmek için çeşmeye gitmek zorunda olsam damacana yerine, meyve sebze için manava değil de bahçeye. Akşam yorulunca da televizyon karşısına değil yolda uyuyup kalmadan yatağa gidebilmeyi dilesem…
 Telefon olmasa,internet olmasa onsuz yaşayamayacağımı düşündüğüm her türlü icattan uzak olsam biraz ve irtibatım sadece “O”(c.c) nun ile olsa. Gökyüzüne bakarak vakit ve saat belirlesem. Öğlen sıcağını klima altında değil de bir çınarın dibinde geçirsem…
 Modern tıp biraz uzak dursa ya benden, “balın içine bir avuç bişey otu koysam kaynatsam soğutsam biraz da terleyince…” hiçbir şeyim kalmasa
 Yaşamak için uğrunda bir ömür çalışacağım “yaşamak istemediğim” hayatın yerine ne istiyorsam onu yaşasam? Olmaz mı? Bir pazarlık yahut melankolik birer hayal değil bu söylediklerim, sadece biraz uzak kalmak şehirden ve şehre dair her şeyden…Mesela en basitinden, her gün ekmek aldığım ama adını dahi bilmediğim bakkaldan uzaklaşsam biraz, beni bunalttığı yahut üzdüğü için değil; geldiğim zaman ona adını sorabilmek için ve onu derdiyle dertlenebilmek için…
 Güneş sıcağının yerine beton sıcağı hissetmek yahut tatlı bir seher rüzgarı eşliğinde uyanmak… Tercihini yap. Kandırma kendini, hadi.
 Sen de aslında istemediğin bir çarkın dişlisi olmaktan bunalmadın mı?
 Sen de ağlayamamaktan dahi dertli değil misin?
 Sen de “Diri taklidi yapmaktan” sıkılmadın mı?