24 Şubat 2015 Salı

Tecrübe(!), Deneyim(!), Patates(!) Üzere Birkaç Cümle

"İnsanoğlu yaptığı yanlışlar vasıtasıyla tecrübe edinen ve hatalarından ders alan bir varlıktır" koca bir yalan! Ademoğlu edindiği tecrübelerden daha büyük yanlışlar doğuran ve bu yanlışlardan ders aldığını iddia ederken devasa  deneyimler(!) kazanan yeryüzüne şiddet salan en tehlikeli bitki türüdür! Evet bir patatesten farksızdır beşeriyet. Yürüyen ve konuşabilen bir patates. Eğer bir şeyleri hatırlayabilen bir varlık olsaydık bu bizi hayvan yapardı. Zira ins ölen babasını, kazada kaybettiği arkadaşını, bundan biraz sonra, üstüne bastığı toprağın altında olacağını hatırlardı. Patates bile 3 boyutlu bir şekli saklayabilcek bir hafızaya sahipken, amprik bir tanı konulsaydı hafızasına insanlığın; muhtemelen 2 kilobayt çıkardı!

16 Şubat 2015 Pazartesi

Çift Düğümlü Urgan

” Ayakkabılarımı çıkarayım da sedye kirlenmesin”, “Oğlum yüzme bilmez ki, su bastıysa ne yapmıştır”, “Kızımın canı çok yanmıştır, keşke kurşunla öldürselerdi.” Yüreğimin derinlerinde bir yerlere dokunan bu cümleleri söyleyen insanlar ile Özgecan’a önce tecavüz etmeye çalışan sonra öldüren ve babasıyla birlikte “yakan” adi herif aynı memlekette yaşıyordu. Babasıyla? Babam ilkokulda bir Cuma günü kargaşasında çantama arkadaşımın kalemi karıştı diye hafta sonu boyunca benimle konuşmamıştı. “Dikkatli olsana ya evlerindeki tek kalem oysa ve sırf bu yüzden pazartesiye kadar yapması gerekenlerden mahrum kalırsa” diye de kızmıştı. Baba olmak oğlunuzun her  zaman yanında olmak değildir.
 O adi katil bu yürek sızlatan cümlelerden birisini söyleyen ile aynı cinsiyettendi, diğeri ile hemşeri, bir başkasıyla ise aynı takımı tutuyordu. Belki acı çeken bu insanlar ile aynı siyasi partiye oy vermiş, aynı marketten de alışveriş yapmıştı. Aynı sanatçının şarkılarını dinliyordu belki öldürdüğü masumla. Onu farklı kılanın aramızdaki farklılıklar yahut benzerliklerle hiç bir ilgisinin olmadığını anladığımız zaman, işte o gün güneş bir başka doğacak bu ülkeye.
Mesele iyi insan ve kötü insan meselesi ve her zaman da böyle oldu! Özgecan kardeşimi öldürürken yaptıklarını anlattıklarında bir şey oturdu tam göğsümün ortasına. Dolmuşta, otobüste kulaklığından dışarıya ses gelip etrafı rahatsız ediyor mu diye kontrol eden insanlar, karanlık bir sokakta bir bayanın arkasından sırf tedirgin olmasın diye yürümemeye özen gösteren adamlar, kendiyle aynı yaşta dahi olsa ayakta kalmasın diye “ben zaten burada ineceğim sen geç otur.” diyen erkekler varken bu memlekette o adi tam bir nasipsizmiş. Öyle bir nasipsizlik ki, insanlıktan bile bir zerre alamamış payına düşeni. 

 Düşündüm, ne tür bir ceza su serper iyi insanların yüreğine. Nasıl bir ceza sonrası bir dolmuşta kendimi suçlu hissetmeden giderim erkek olarak, annemin yüzüne nasıl bakarım diye. Okudum, yazılan hemen her şeyi bütün istekleri bütün talepleri, dinledim ve kendimi yerine koydum Özgecan’ın annesinin.  Anlayabilir miyim? Belki yakınından dahi geçemem ama şöyle bir fikir oluştu zihnimde. Bahsedilen işkenceli ve her uzvunun kesilip başka yerine dikildiği cezalar dahi içimizde ki ateşi söndürmez, bu bir gerçek.  Ama iyi insan demek, mazlum insan demek yapabilecek gücü varken dahi yapmayan demek bence. Bizi ehlîleştiren ve fark yaratıp iyi insan yapan da bu işte.  Bununla beraber iyi insanların hakkı ne mi? Okurken bile insanlığından şüphe ettiğimiz bu adinin idamını görmek. Gazete manşetlerinden değil ulusal kanallardan canlı yayınlanan, aklı eren herkesin izleyebileceği ve altında “kötü insan cezasını buluyor “yazan bir temayla. İğne ya da elektrikli sandalye ile de değil. Çift düğüm atılmış bir urganla. Toplumsal vicdanı biraz olsun rahatlatacak, gözyaşlarını durdurmasa da silecek olan; adi herifin canını alırken iyi insanları biraz olsun birbirine bağlayabilecek bence o urgan. Hak olan idam devlet eliyle ne zaman gerçekleşir, o zaman acı biraz diner, vicdanımız biraz rahatlar ve annelerimizin yüzüne daha rahat bakabiliriz.

5 Şubat 2015 Perşembe

Saat Geç Oldu

 Mânâsızlıktan, amaçsızlıktan, tekrar tekrar yıkılan hayallerden, can sıkıntısı olarak adlandırdığımız büyük boşluğun içimize oturduğu, kaçacak bir yerin olmadığı denizsiz bir şehirden iyi geceler hepinize.  
 İdealist olmayı bırakalı daha çok uzun zaman olmadı bizim gibiler için. Şımaracak kimsesi olmayınca koca bir adam oluveriyormuş insan. Doğrudur.  Bir anda, gelen bir telefonla, söylenen bir elvedayla, ağrı kesicilerin tesir etmediği bir acıyla büyüyüveriyor ve hissetmeye başlıyor kişi; dünyanın saatte bilmem kaç kilometre hız ile dönüşünü. Duyuyor bütün atılan çığlıkları ve o çığlıklar ile kahkahaların dans etmesiyle oluşan ve “leş kokan” uğultuyu. Lüks bir arabanın makam koltuğunda gideceğini düşündüğü hayat yolunda, güzergâhından pek de emin olamadığı tıka basa dolu bir otobüse kaçak binmiş-aslında bindirilmiş- balık istifi ayakta giderken buluyor kendisini. Tek tesellisi iki ayaklı olması oluyor, dört ayaklı olsa üst üste bindirileceğini düşünerek. Bir yandan ne zaman yakalanıp dışarı atılacağım korkusu varken, bir yandan da küçük de olsa kalkacak bir yolcunun ısıttığı koltuğun görece rahatlık hayali filizleniyor içinde ama gerçek şu ki ayaktakilerden gözlerini kaçıran hiç kimse yumuşak yerlerinden bir an olsun ayrılmıyor.
 Rahatsız edici bir tempoda ilerlerken otobüs;  içeride de aynı derece tuhaf sessizlik var. Duyulan bir sessizlik. -Duyulur mu yahu sessizlik?- Anlatması zor da olsa insan onu bir kere algılayınca o sesten ebediyen kurtulamıyor. Sağır edici bu ses”sizlik” varken yolcular arasında, herkes buğulu camlardan dışarıyı gözleme derdinde. Acı gerçek şu ki dışarıda görülecek bir sokak lambası dahi yok . Kimse karanlığa bakan pencerelerden bir şey göremiyor ve kimse yaşlılara yer vermiyor. Tıpkı kimsenin soğuk kış akşamlarında, ayağına çorap giymediği gibi annesinin tembihlemesine rağmen…  Atlet de giymiyor hiç kimse içine oysaki şehir soğuk, hayat soğuk, insanlar soğuk… Her şey daha güzel olacaktı belki atletle, Atlet giymedik diye geldi başımıza belki de tüm bunlar. Ahh annem keşke dinleseydim sözünü…
İmdat kolunu çekebilsek otobüsün keşke, hem de  sebepsiz yere… Sebepsiz yere ilkyardım çekici ile camlara vursak korkutucu bir gülümseme eşliğinde… Son istasyona gelmeden” kaptan orta kapı!” diye bağırabilsek arkadan, kendinden emin ve cesur bir sesle, cesurca delirebilsek; hala vakit varken..!


Heyhat! Delirmek bile çok görülmüş bize…